Rumi takvimlerin 14 Temmuz’u gösterdiği gün PKK Ana Davasında Urfa grubunun mahkemesi vardır. Duruşmada Mehmet Hayri Durmuş arkadaş ısrarla el kaldırmaktadır. “Söz hakkı istiyorum” demektedir. Mahkeme başkanı Emrullah Kaya bu eli görmemekte ısrarlıdır. Ama Hayri arkadaş daha ısrarlıdır. İzin almadan ayağa kalkıp “Çok önemli açıklamalar yapmak istiyorum bana söz hakkı vermelisiniz” diyecektir. Duruşmayı kapatmaya hazırlanan heyet bu önemli açıklamanın ne olabileceğini merak edecek ve nihayet “tamam Kürsüye gelin” diyecektir.
Hayri Durmuş arkadaş kürsüye gelir. “Bugüne kadar savunma yapabileceğimizi umarak cezaevindeki bütün bu akıl almaz işkencelere, vahşete katlandık. Ama artık siyasi savunma yapmamıza bile tahammül edilmeyeceği anlaşılmıştır. Ben şahsen mahkemelerde savunma yapabileceğimize, tarihe ve halkımıza karşı sorumluklarımızı yerine getirebileceğimize inanıyordum. Ama bunun mümkün olmadığını yaşayarak gördük. İki kez yazıp gönderdiğim savunmalarım yok edildi. Benim nezdimde bu mahkemeler, duruşmalar anlamını yitirmiştir. Bu benim katıldığım son duruşma olacaktır. Şu andan itibaren ölüm orucuna başlıyorum. Son vasiyet olarak bilinmesini isterim ki, Tarih Mazlum Doğan arkadaşı haklı çıkarmıştır. Benim yanıldığımı göstermiştir. Bu eylemimin ardından toprağa verildikten sonra ‘Mezar taşıma halkına borçlu öldü’ diye yazılması son vasiyetimdir.”
“Başardık, başardık altı kişiyle başardık”
Mehmet Hayri Durmuş arkadaşın bu tarihi çıkışının ardından duruşma salonunda söz almak isteyen eller havaya kalkacaktır. Ali Çiçek “bende önemli açıklamalarda bulunacağım” diyerek ayağa kalkacaktır. Kürsüye gelecek ve “Ben bu davada, mahkeme sürecinde yanlış olan bazı şeyleri düzeltmek istiyorum. Falan falan kişiler, falan falan eylemlerden yargılanmaktadırlar o eylemi ben yaptım. O eylemler benim eylemlerimdir. Tarihin yanlış yazılmasını istemem. Bu olaylarla ilgili yargılanan insanların bu olaylarla hiçbir alakası yoktur. Bu cezalandırma eylemlerini ben yaptım. İkinci olarak da Hayri Durmuş arkadaşa katılıyorum. PKK bize teslim olmayı değil direnmeyi öğretti. Şu andan itibaren ben de Mehmet Hayri Durmuş arkadaşla beraber ölüm orucuna giriyorum. Bu benim de son duruşmam olacaktır.”
Ali Çiçek otururken hala çok sayıda tutsağın elleri havada, söz hakkı istemektedir. Ardından Kemal PİR söz alacaktır. “Hayri Durmuş arkadaşa katılıyorum, Ali Çiçek arkadaşa da katılıyorum. PKK bize teslim olmayı değil direnişi öğretti. Bu benim de son duruşmam olacaktır, ben de bu andan itibaren ölüm orucuna başlıyorum,” diyecektir. Arkasından üç kişi daha ölüm orucu eylemine katılacaktır. Toplam altı tutsak mahkemede ölüm orucu eylemini başlattıklarını ilan etme imkanı bulmuştur. Mahkeme başkanı diğer kalkan ellere söz hakkını vermemek için bir an önce duruşmayı kapatmak ve eyleme katılımların önünü kesebilmek için apar topar salonu terk edecektir.
Mahkeme dönüşü işkenceci başı Esas Oktay Yıldıran bizzat Mehmet Hayri Durmuş arkadaşa saldıracak ve “sen ölmezsen bu sefer ben seni öldüreceğim” diyerek işkence yapacak ve bütün ölüm orucu eylemcileri işkenceden geçirilecektir.
Hücresine dönen Hayri Durmuş arkadaş adeta bir kelebek gibi hafiflemiştir. ‘Başardık başardık altı kişiyle başardık’ diyerek hücresinde adeta ayakları yere değmeden dans etmektedir. Altı kişiyle başlayan ölüm orucu cezaevinde katılımlarla giderek yaygınlaşacak ve ölüm orucu eylemcileri 36. Koğuş denilen ikinci bölüm hücrelerde bir araya getirilecektir. Düşman eylemin ilk gününden son gününe kadar ölüm orucu yolcularının iradesini kırabilmek için her yola başvuracaktır. Ama nafile!
“Biz yaşamayı uğrunda ölecek kadar çok seviyoruz”
Günler ilerledikçe tutsakların kararlığında hiçbir değişmenin olmadığını görenler farklı yöntemler geliştirmeye başlayacaklardır. Askeri doktor getirecekler müdahale ya da muayene etmeye kalkışacaklardır. PKK’li tutsaklar bunu şiddetle reddeceklerdir. Sözde iknacı olarak görevlendirilen askeri doktorlardan birisi Kemal Pir arkadaşa “ölümü, ölmeyi bu kadar mı çok seviyorsunuz” deyince Kemal PİR tarihe geçen o muhteşem sözünü söyleyecektir. “Siz ne dediğinizin farkında mısınız? biz yaşamı, uğrunda ölecek kadar çok severiz.’
Ölüm orucunda istediğimiz zaman ölemezsiniz. Büyük bir irade savaşıdır bu. Gün gün, saat saat, an an, dakika dakika, saniye saniye erirsiniz. Vücut depoladığı eski yağlarını, karaciğerinde birikmiş enerjiyi gıdım gıdım tüketir. Onları bitirdikten sonra kaslara geçer. Sanıldığı gibi ölüm orucunda açlıktan ölmezsiniz. Bütün bağışıklık sisteminiz çöker, küçük bir soğuk algınlığı, küçük bir meltem, hafif bir esinti sizi zatürre yapar ve şehit düşersiniz.
İlk şehit düşen Kemal Pir arkadaş olacaktır. Tarihin cilvesine bakın ki 12 Eylül günü. Arkasından Mehmet Hayri Durmuş, arkasında Akif Yılmaz ve en sonda genç ‘kızıl yıldızımız Ali Çiçek’ şahadete erişecektir.
“Bana bir bardak su ver”
Akif Yılmaz Serhatlı bir arkadaştır. Şehit düşmeden bir gün önce başındaki nöbetçi askere ‘Bana bir bardak su ver’ der. Asker belki temiz süt emmiş bir çocuktur, belki de başka bir niyetle Akif Yılmaz arkadaşa su yerine hoşaf suyu getirir. Ağızına götürdüğünde hoşaf suyu olmadığını anlar ve bardağı yere atarken ‘Ben senden hoşaf istemedim su istedim. Ölüm orucunda sudan başka bir şey almadığımızı bilmiyor musun be adam” der.
Akif Yılmaz son nefesini vermekten bir adım ötededir. Ama onun bağlı olduğu ilkeler, değerler, ahlak ve disiplin denilen erdemler ona yön veren güç kaynaklarıdır. Bunları bir anlığına da olsa ihmal etmeyi büyük bir zül olarak görmektedir. Bu erdemler piyasada parayla veya başka bir şeyle elde edilemez. Doğuştan da gelmez, sonradan edinilir. Bunu size, bize PKK vermiştir. Aynen Akif gibi…
Bir düşünün, hesap kitap yapın bir insan en değerli şeyi nedir? Hayatıdır değil mi! Bir insanın kendi hayatından daha değerli neyi olabilir ki!
Mehmet Hayri Durmuş yaşama veda ederken, onu kendi davasına adarken bile mezar taşına “Bu adam kendi halkına, yoldaşlarına karşı borçlu kalarak gitmiştir” diye yazılmasını istemiştir. Hayatını verdiği halde daha başka verebileceği hiçbir şeyi olmadığı halde kendisini borçlu saymıştır. Bu iradeye, bu geleneğe, bu zihniyete, bu fedai felsefeye kimin gücü yetebilir ki? Bu iradeyle, bu inançla hangi güç baş edebilir? Atomun bile kâr etmeyeceğinden emin olabilirsiniz!
Bu hayatı uğrunda ölecek kadar sevenler karşısında, bu inanç, bu bilinç karşısında kim durabilir ve ben de varım diyebilir ki? Hayatı, yaşamı uğrunda ölecek kadar seven bir felsefeye sahip yapıyla, bir güçle, bir halk hareketiyle kim baş edebilir ki? Başta da söyledik; PKK bir ruhtur, değerler bütünüdür, ilkeler bütünüdür, bir felsefedir, bir dünya görüşüdür, bir hakikattir bu hakikattin gerçeği budur. Bu gerçek yenilmez bir gerçektir. Bu yok edilemez bir gerçektir.
“Cinayetlerle iktidarda kalmaya çalışırsan senin sonun çok kötü olur”
AKP devleti ve onun lümpen şefi gibi her türlü pisliğe, çirkefte, onursuzluğa, haysiyetsizliğe batmış, ülkesini bir fosseptik çukuruna dönüştürmüş kof bir kişilik şimdi kalkmış PKK’yi tasfiye etmekten, PKK’yi bitirmekten bahsediyor. Kuşkusuz bunun için elinden gelen gelmeyen her türlü şeyi yapabilir. Ama hepsi de nafile çaba olarak tarihteki yerini alacaktır. Diyarbakır gerçeği Türk devletin gerçeğidir, AKP devletinin gerçeğidir. Bu gerçeği iyi tanıyoruz. Ama onlar hala kendi gerçeklerine yabancı ve anlamaktan uzaklar. Kendilerini tanımaktan acizler. Kendini bilmek nedir bilmiyorlar.
Bu kendilerini bilmezlerin PKK’yi tasfiye ederek fosseptik çukuruna çevirdiği ülkenin yönetiminde yani lağım çukuruna dönüştürdüğü lağımın üstünde yaşamak istemelerinin bizim açımızdan herhangi bir mahsuru yoktur. Bunda istedikleri kadar ısrar edebilirler. Buna da bir itirazımız olmaz. Yarattıkları bu pislik içinde tepelemesine yaşamaya devam edebilirler. Ama PKK onların bu pisliklerini topluma da yaşatmaya kalkıştıkları anda devreye girer. PKK bütün değersizliklerin, ilkesizliklerin, ahlaksızlıkların, açgözlülüklerin ve pisliklerin panzehridir.
AKP ve şefleri ülkeyi ne hale getirdi işte izliyorsunuz. Sedat Peker’in itiraflarını görüyorsunuz. Yani insanın aklına, hayaline gelmeyecek, aklının bir kenarından geçiremeyeceği derecede korkunç bir iğrençliğin içinde ne kadar mutlu mesut olduklarını görmek inanın bizi bile şaşırttı. En tepedekileri başta olmak üzere, Başbakanlarının, Bakanlarının, Milletvekillerinin ve bunların çocuklarının, yakın çevrelerinin kokain, uyuşturucu kaçakçılığından tutun mala-mülke-paraya çökebilmek için neler yaptıklarını, nasıl şantajlar, tehditler geliştirdiklerini, cinayetler, tecavüzler işlediklerini ve buna dayanarak iktidarda kalmak istediklerini ibretle izliyoruz. Bu kadar pisliğe batmış, ekonomiyi çökertmiş, ülkeyi bok çukuruna çevirmiş, dışarda bir tek dost bırakmamış, halkları kendisine bu kadar düşman hale getirmiş bir başka yönetim görmedi bu topraklar.
Bu soygun, tecavüz, cinayet çetesi iktidarda kalabilmenin bir tek yolu kaldığına inanmakta. PKK’yi tasfiye etmek! Eğer diyorlar PKK’yi tasfiye edebilirsek kimse kalkıp bizden hesap sorabilecek cesareti bulamaz. Yaptıklarımızın üstünü eşeleyemez, açığa çıkartamaz. Herkes siner, haddini bilir, kuyruğunu kısarak yerine oturur. Eğer PKK’yi yenemezsek işimiz biter. Yani bu çete devleti, yönetimi büyük bir gürültüyle çöküşün gelip kapılarına dayandığını görüyor. Bundan kurtulabilmenin tek yolu olarak da PKK’yi tasfiye etmek olarak görüyor. Eğer PKK’yi tasfiye edersem, bitirirsem diyor bütün bu yaptığım çirkefin, işlediğim suçların, yol açtığım sorunların, yaşattığım dertlerin hepsi unutulur, kimsenin gözüne gelemez. Kürt ve PKK karşıtlığını bu kadar tırmandırmış olmak bunu bize sağlamaya yeter diyorlar. Çünkü PKK’yi yenmiş bir güç olmanın bunu haliyle sağlayacağına inanıyorlar. İktidardan düştükleri anda başlarına nelerin geleceğini çok iyi biliyorlar. Bu nedenle PKK’nin tasfiyesi hedefine bu kadar kilitlenmiş durumdalar. Aynen 12 askeri faşist diktatörlüğünün Diyarbakır zindanında olduğu gibi…
Görülmüş, duyulmuş şey mi, bir cumhurbaşkanı kalkıyor tek tek öldürttüğü PKK militanlarının adını sayıyor. Şunu şunu öldürdük, şunlar kaldı onları da öldüreceğiz diyor. Bu cinayet işlemeye tutkulu adam bir devlet başkanı. Cinayet işlemekten haz alan, cinayet işleyerek iktidarda kalmaya çalışan basit, küçük bir adam var karşımızda. Cinayetlerle iktidarda kalmaya çalışırsan senin sonun çok kötü olur. Bundan kaçamazsın.
Bu nedenle aha da burada açık söylüyorum Erdoğan’ın sonu Saddam’dan beter olacak. Bu cinayet tutkulusu adamın sonunu en yakındakiler getirecek. Ona en yakın olan onun eceli olacak. Tarihe ibretlik bir örnek olarak geçecek.
Erdoğan’ı bu duruma getiren ve onu hala ayakta tutan bir dış proje gücünün olduğu hesaba katılmalıdır. Bizce bunlar Erdoğan’ı cesaretlendirmeye devam edecek. Amerika’sı da, Avrupa Birliği de Rusya da böyle yapmaya devam edecek. Dikkat edin Avrupa eskisi gibi Türkiye’yi eleştirmiyor. İnsan haklarında, ifade özgürlüğünde, düşünce ve basın özgürlüğünde, yargı bağımsızlığında şu bu eksiğiniz var demiyor. Biz çok iyi biliriz ki eleştiri yapmak muhatabına iyilik yapmaktır. Yani ‘hey dostum sen şunu yapma bu sana zarar verir bunu yap kazan’ demektir eleştiri. Sadece AB değil ABD ve Rusya da bunları eleştirmiyor. Tam tersine cesaretlendiriyor. Kürt halkının ve PKK’nin üstüne böylesine körlemesine gelmesini bıyık altından gülerek izliyorlar. Tavşana da kaç tazıya tut oyununu alenen izliyoruz. Peki neden? Bunun bir sebebi, yüksek bir hedefi, büyük bir amacı olmalı.
Bence bunun tarihi iki nedeni olabilir. Birincisi haçlı seferlerini büyük bir bozguna uğratarak Batının iç çatlaklarını derinleştiren, Hristiyan dünyasının ortak askeri gücü olan haçlı ordusunun önüne konulan bütün ütopyaları bitiren kişi bir Kürttü. Selahattin-i Eyyubi’yi hala unutmadıklarından neredeyse eminim. İkinci önemli neden; Malazgirt savaşıyla 1071’de Türklerin Anadolu’ya geçmesine destek veren, Doğu Bizans’ın yani Hristiyanlığın çok önemli bir merkezinin yıkılmasına neden olan kavimin Kürtler olduğunu düşünüyorlar. Kim ne derse desin batı dünyasının zihniyet yapısında, bilinç altında da değil, açıktan açığa bilinç üstünde bu var. Hristiyan dünyasının geçmişte dumura uğratılmasında, yenilgiye uğratılmasında pay olan, herkese bir bedel ödetme projesinin yürürlükte olduğunu düşünmek, hesaba katmak gerekiyor. Bence bu Türkiye’yi de çökertme projesinin bir parçası olarak görülmelidir. Zira AKP ve Erdoğan gibi ne haltlar karıştırdığı belli olan bir yapıyı cesaretlendirmelerinin Türkiye’yi geliştirmeyeceği, aydınlığa çıkartmayacağı, refahını yükseltmeyeceği, ülkede iç barışı sağlamayacağı, huzuru, demokrasiyi, bölgede istikrarı sağlamayacağı çok açık. Bunu bizden daha iyi biliyorlar. Sorun yaratmakta ısrar edeceği, kaosu derinleştireceğini bile olan bir yapıyı hangi amaçla destekliyor olabilirler? Bunu bir düşünmekte fayda var.
“İslam’ı mümkün mertebe batı ölçüleriyle reforma etme amacıyla, umuduyla yapılan operasyonlardır”
Erdoğan’ı şımartarak, önünü açarak, destekleyerek büyüttüler. Yeşil kuşak ve siyasal İslam projesi batı merkezlerinde inşa edildi. DAİŞ’i bizzat Katar’da bir araya gelerek kendileri kurdu. Bu toplantıda Erdoğan’ın temsilcileri de vardı. Mısır’da da, Libya’da da aynısını yaptılar. Sonuç ne oldu? Önce askeri güçle Ortadoğu’ya geldiler işgal ettiler, Saddam’ı düşürdüler astılar. Yıkılan Irak devletinin yerine kendilerinin istediği gibi bir yeni devleti ve yönetimini kurmayı beceremediler. Hala Irak’ta bir devlet krizi var, aslında ortada devlet yok. Yani Ortadoğu’da geçmişten şimdiye kadar Batılıların bütün müdahaleleri ters tepti. Ortadoğu’ya istedikleri biçimde bir türlü nüfuz edemediler. Bugün bilgiden tutun mala, paradan tutun kültüre her şey baş döndürücü bir hızla dolaşabilirken Ortadoğu’ya Kapitalist Modernite’nin piyasaya sürdüğü büyük kazanç sağlayan ürünler Ortadoğu’da aynı hızla dolaşıma giremiyor. İslami kültür kadar bölgenin en kadim kültürü bunlara yabancıdır, bunlara itibar etmemekte ve mesafeli yaklaşmaktadır. En azından açıktan açığa bu ürünleri pazarda görmek istememektedir. Örnek olarak eğlence sektörü, dünya mali sermayesi çok önemli bir kalemdir, en büyük gelir sağlayan kalemlerden biridir. Ama Ortadoğu’da Batı tarzında bir eğlence sektörünün piyasa yapması ve kök salabilmesi mevcut durumda imkân dahilinde görülmemektedir. İslami gelenek, kültür kadar bölgenin kadim kültürü ve ahlaki moral değerleri buna izin vermemektedir. O zaman ne yapmak lazım?
Madem işgalle değişmiyor, şu-bu gücü ya da partiyi desteklemekle de bir sonuç alınamıyor o zaman en çok İslamcı geçinen hareketleri destekleyerek, önlerini açarak bu İslam’ın ve bölgenin geleneksel kültürünün ne kadar gülünç ve ne kadar gaddar bir kültür ve gelenek olduğunu bizzat Müslümanların görmesini sağlayalım. Hesap bu olmalı. Yoksa İŞİD ve AKP gibi yapıları neden piyasaya sürmüş olabilirler ki!?
İşte ortaya çıktı. İŞİD’in yaptıklarının yarattığı şok ve tiksinti, AKP’nin ortaya saçılan pislikleri hep birlikte iğrenerek izliyoruz. İslami geleneğe dayandığını iddia eden, İslam’ı temsil ettiğini söyleyen AKP ve en üstten en alta AKP’lilerin içine gömüldüğü pisliğin inanlar dünyasında yarattığı hayal kırıklığı ortada. Bunların temsil ettiklerini iddia ettikleri İslama verdikleri zararı tarih boyunca en büyük islam düşmanlarının bile veremediğini söylemek bir abartı olabilir mi?
İşte her şey ortada. Hırsızlık mı dersin, rüşvet mi dersin, tecavüz mü dersin, fuhuş mu dersin, el koyma mı dersin hepsi de gırla gidiyor. Bunun İslam’ı yücelttiğini kim söyleyebilir? Ha keza İŞİD’in yaptığı canlı canlı insan yakmalar, kafa kesmeler, kadın ticareti, kadınları köle pazarında satmalar İslam’a itibar mı kazandırmıştır? Bütün bunların kapitalist moderniteye yön veren aklın İslam’ı mümkün mertebe kendilerine göre dönüştürmek amaçlı geliştirdikleri bir proje olduğunu söylemek ne kadar abartı veya isabetsiz bir değerlendirme olarak görülebilir ki!
Eğer İslam batı ölçülerine ve onun ihtiyaçlarına uygun biçimde dönüştürülebilirse bu milyarlık pazarın kapıları sonuna kadar açılacaktır. Hedefin bu olduğu anlaşılıyor. Bu başarılabilirse kapitalist modernitenin bütün unsurlarının özellikle eğlence ve hizmet sektörlerinin bölgeye çöreklenmesinin yolunu açacaktır. Eğer bölgenin kadim kültürü ve moral değerleri geriletirse, eğer kültürel olarak böyle büyük bir gedik açabilirse burada hükümranlık kurmalarının daha da kolaylaşacağını öngörüyor olmalılar. Aksi halde Batı ve Doğu uygarlıklarının birbirine hep böyle mesafeli ve karşı karşıya duracağını düşünüyor olmalılar. Eğer bunu başaramazlarsa Müslüman ve hıristiyanların hep birbirlerine karşı kuşkucu, güvensiz olacağını birinin diğerini kafir ötekinin berikini yobaz olarak görmeye devam edeceği hesaba katılmış olmalı. Bunu değiştirmek istiyorlar.
Dikkat edin 15. yy’den bu yana kadar Ortadoğu yerinde çakılı kaldı. İnsanlığa mal edebileceği bir tek ileri hamle yapmadı, adım atmadı. Çağlar değişti, kapitalist, emperyalist sistem kuruldu, modern ulus devletler inşa edildi. Ulus devletlerin burada kopyaları, taklitleri imal edildi. Böl-parçala-yönet politikasının en etkin aktörü haline getirildi. Ulus devletle bölge tam bir sorunlar yumağı haline getirildi. Merkezi ulus devletle bütün toplumsal, dinsel, etnik yapılar çaresiz kılınmaya ve batılı devletlerin kapısında yardım dilenecek hale getirilmeye çalışıldı. Müslüman Müslümanın zulmünden kaçacak kendisine sığınacaktı. Bunu da az çok başardılar.
Bugün bölgemiz hala kanıyor. Halklarımız savaşsız, çatışmasız bir güne hasret hale geldi. Her tarafımız kan revam. Yoksulluk korkunç boyutlarda. Hem de bölge halkları en zengin su, petrol ve maden yataklarına sahip oldukları halde. İnsanlığın ve uygarlığın doğduğu bu topraklar ve halkları acı içinde. Yaşadığı sorunlar, güçlükler büyüdükçe büyümeye devam ediyor. Bölgemiz gerçek bir kaosun içinde çırpınıp duruyor. Bu kaosa karşı sadece PKK’nin değil kapitalist modernitenin de bir çözümü var.
Ortadoğu’yu bu bataktan çıkarabilecek bir şey varsa o da Ortadoğu Konfederasyonunun inşa edilebilmesidir. Her halkın ve toplumun, kavimin, klanın, etnik yapının, dinsel inanç grubunun, mezhebin kendini yönetebildiği, kendini ifade edebildiği, örgütleyebildiği birlik içinde hareket edebileceği bir konfederal sistem kurulması. Bana göre mevcut durumda bölge halkları ve toplulukları olarak kaostan çöküşe doğru hızla yol almaktayız. Halklarımızı düzlüğe, aydınlığa ve barışa çıkartabilecek proje PKK önderliğinin ortaya koyduğu Ortadoğu Konfederasyonu projesidir. Özünü bölgenin kadim kültürel kodlarından ve halkların barış içinde özgür yaşam ütopyasından alan bu proje Kapitalist modernitenin temsilcileri için adeta bir kabus gibi.
Kapitalist modernitenin bize çözüm olarak yutturmaya çalıştığı dönüşüm ise bölgeye derinlemesine nüfuz etme imkanına sahip olmak. Karşılığında vaat ettiği yeni hiçbir şey yok.
PKK’nin bölgeye dair çözümünün mümkün olan en adil, en akılcı, en gerçekçi ve en makul çözüm olduğunu, kaos derinleştikçe bu seçeneğin giderek çekim merkezi olacağını görebildiklerini sanıyorum. AKP çete devletine verdikleri destek de bununla alakalı.
PKK’nin tasfiyesine bu kadar destek vermelerinin sebebi budur. Türkiye’yi kışkırtmalarının, önünü açmalarının sebebi budur. Bizi tasfiye etmenin mümkün olmadığını kendileri de biliyor, ama dişi tırnağı sökülmüş bir PKK’yi kontrol etmenin, sınırlandırmanın daha kolay olacağını hesaplıyorlar. Bizim de aynen KDP gibi sistem içileşmemizi, küçücük, bölgesel ideaları olmayan, zayıf, toplumsal dayanakları sınırlanmış sözde bir güç olmamızı kendileri için daha uygun buluyorlar. Aksi halde gidişatın bölgede yaşanan kaosun çöküş aşamasına girmesiyle PKK’nin fırlayıp halkların önüne geçerek yol göstereceğini, çekim merkezi olacağını görüyorlar, biliyorlar.
Avrupa da 300 yıl savaştı. Az değil 300 yıl savaşın arkasında birbirlerini perişan ettiler, nerdeyse çalışabilecek, üretim yapacak nüfus kalmadıktan sonra akılları başlarına geldi. Dediler ya biz niye savaşıyoruz oturdular barış antlaşması yaptılar, Avrupa ekonomik toplumuna giden ilk adımı böyle hesap kitap yaparak attılar. İlk adımları maddi değerlerin ortaklığı üzerinde yükseldi. Kömür ve demir-çelik konsorsiyumu, birliği olarak inşa edildi. Bu birlik giderek (AET) Avrupa Ekonomik Topluluğuna dönüştü. Şimdi ise AB olarak yoluna devam ediyor. Mükemmel ortak anayasa yapabilmenin peşindeler.
Yani onlar bizim bugün yaşadığımız bu çatışmaları onlar daha derin yaşadılar. Daha acımasız yaşadılar, daha korkunç yaşadılar. Bu süreçleri nasıl yöneteceklerini kendiler kültürel kodları çerçevesinde biliyorlar. Ama bizim kültürümüze yabancılar ve bizim için en makul olan çözümün ne olabileceği konusunda -acılarımınız rengini bilmedikleri ve yaşamadıkları için- cahiller.
Ortadoğu halkları temiz, güvenilir, namuslu, sözünün eri, cesur insanlara ve hareketlere güvenir. Yani onların yaşamına bakar, iddia sahiplerinin yaşamına bakar pratiğine bakar ondan sonra karar verir. Maneviyatı önde tutan toplumlar böyledir, böyle davranır ve böyle tepki verir. PKK’nin, PKK’lilerin nasıl yaşadığı, sözüne ne kadar sadık kaldığı ya da kalmadığı neyi ne kadar temsil edip etmediği, Önderliğin neyi ne kadar temsil edip etmediği herkesin gözleri önündedir.
Ortadoğu’nun sahip olduğu iyi veya kötü değerlerle oynayarak, onun irrasyonel olduğunu bölge insanlarını birbirine kırdırarak kanıtlayarak kendince bir dönüşüm yaratmak isteyenler yanılıyor. AKP, İŞİD, Müslüman Kardeşleri destekleyerek başımıza işler açanların bölgemize derinlemesine nüfuz edebilmeleri öyle kolay değil. Bölge kendi çözümünü kendi öz dinamiklerinden, gücünden yaratacaktır.
Bize Diyarbakır zindanında yaşadığımız günleri hatırlatan bu filmi biz daha önce izledik. Artık burada olup bitenleri ‘kaygıyla’ bile izlemeyenlerin tavşana kaç tazıya tut oyunu bitik bir oyundur. Tazı kovalamaya kalkışsa da tavşan kaçmayacaktır. Zira artık yolun sonuna geldiklerini Ankara’ya her baktığımızda daha yakından görüyoruz.
Alın size bir algoritma. Bugünden geçmişe bakınca Ortadoğu’nun yaşadığı bugünkü kaosu 1980 de Türkiye’de Diyarbakır zindanına sıkıştırılmış kaosa benzetmek mümkün. Benzer çok ortak özelliklerini bulabilirsiniz. O dönem yaşanan Türk devletiyle bizim aramızda cereyan eden bir kaosdu. Aynı devlet şimdi bütün Ortadoğu çapında, her yerde bizimle savaşırken bu kaosu yaşamakta ve yaşatmaktadır. Savaş Diyarbakır zindanında çıktı bütün Ortadoğu’ya yayıldı. Cezaevindeki 14 Temmuz ruhunun yarattığı direnişçi Kürt gücüyle Türk dinci faşist diktatörlüğü ve ona kol kanat geren dünya sistem şimdi karşı karşıyadır.
14 Temmuz olan bir halkı bütün cihan bir araya gelse bitiremez, yenemez. 14 Temmuz ölüm orucundan sonra o çok kendini beğenmiş ve yenilmez görülen 12 Eylül rejimi geri adım atmak zorunda kalmıştı.
Bugün AKP çete devleti ise aynı kendini beğenmişlikle içine düştüğü bataklıktan sürünerek üzerimize gelmeye çalışmakta. Sizce bu savaşın galibi kim olacak? Gırtlaklarına kadar batağa batan ve battıkları bataklık tarafından dibe çekilenler mi, yoksa hiçbir dünyasal nimetin bulaşamadığı, kirletemediği PKK mi? Sonradan görme açgözlü lümpen çete iktidarı ve çevresindekiler demişler ki ‘PKK’yi tasfiye edersek 2071’e kadar iktidar kalırız. Krallar gibi yaşamaya devam ederiz’. Şartı şurtu ortada. Bunun bir tek yolu var PKK’yi yenmek. Niçin? Daha uzun iktidarda kalmak, daha çok çalmak ve daha çok lüks içinde yaşamak için. İyi de özgürlük için savaşanlar karşısında bu türden düşkünlerin ne gibi bir şansı olabilir? Eğer biz çirkef içinde yüzen bu sonradan görme, açgözlü serserilerin yaşayabilmesi için tek seçenek haline gelmişsek vay onların haline. PKK bu insan müsveddeleri için yem değil, olsa olsa ölüm meleği olabilir. İzleyin görün.
Metin Arslan