Tarih bu tür gelişmelerin sayısız örnekleriyle doludur. Daha ilk çağlarda gözlemleyebildiğimiz kadarıyla, bir eski Yunan’da ki tüm insanlık, soyunun gelişmesinin çocukluk dönemi olarak da değerlendirilen bir dönemi yaşar her şey çocukçadır, masalcadır, ama aynı zamanda çekicidir, hayaldir, şiir ve sanat görkemlidir. İlahlar yaratılır, kendilerine olağanüstü kudretler bahşedilir, kahramanlar yaratılır, ilahlara çok benzeyen ve yavaş yavaş gökyüzünden yere inen ilahlara benzeyen komutanlar, devlet adamları, bilgeler ve filozoflar ortaya çıkar. Uygarlığın şafak vaktinde bunlar birçok çağrılarla yere inerler. Kısacası doğayla ilk temasında, doğaya karşı bilinç ve ruhunun ilk temasa geçişinde, gökteki ilahlara sığınan, dinsel düşünceye (mitolojiye) adımlarını atarak kurtuluş yolunu arayan insanlık, tecrübesini biraz daha arttırarak doğayla haşir neşir oldukça, gökteki tanrıları yavaş yavaş yere indirir. Hafızasına sığdıramadığı ve büyüklüğünü ölçüp biçemediği tanrılar giderek ölçülü ve hesaplı güçler haline gelir.
Kısacası insanın kendisi olmaya doğru gelişip güçlenir, kendisine güveni artar, doğayla mücadelesinde tecrübe ve deneyim kazanır ve böylelikle dinden felsefeye bir iniş ve felsefeden politikaya bir sıçrayış başlar. Zeus, Olympos’a taşınır ve orada hemen bir devlet adamı ve bir kumandan olarak biçimlenmesini daha da insanileştirir. Sanatında ve şiirinde, tiyatrolara ve meydanlara taşınır. İnsan artık biraz daha kendini bulmuş, biraz daha varoluş tarzını yakalamış ve yavaş yavaş büyüyerek çocukluktan delikanlılığa sıçramış demektir.
Daha sonraki gelişmeler ilkel komünal toplum düzeninden köleciliğe geçiş denen bu evre, birçok toplumların yaşamında benzer biçimler altında tekrarlanır. Ortadoğu toplumlarında da bunun sayısız benzerlerine rastlanır. Burada da din ve devlet adamları hemen hemen aynı kişilerdir. Sözgelimi bir Hammurabi’de ve bir Mısır Firavun’un da görüldüğü gibi bunların insanlık adına ilk güçlü yürüyüşü gerçekleştirmeleriyle doğaya karşı olduğu kadar toplumsal güçlerin birbirlerine karşı savaşımı da başlar.
İnsanlığın bir bölümünün bir diğerini egemenliği altına almaya başladığı bir dönemde, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, yöneten ve yönetilen ikilemi içinde ortaya çıkan büyük boğuşma, doğayla boğuşmakla iç içe geçer. İnsanlık artık kendi evreninde maddenin en gelişmiş bir tarzı bir ürünü olarak kendi gerçekliğinden kuşkuya düşmeyecek kadar ayaklarını sağlam yere basmak ve yürümek durumundadır. Artık hayaller, masallar ve efsaneler yerini yavaş yavaş bilime ve pratik siyasal olguya bırakır. Ezenin ve ezilenin, sömürenin ve sömürülenin, yönetenin ve yönetilenlerin kurallarını oluşturdukları yaşamları için gerekli alt ve üst yapıyı geliştirmeye başladıkları, bunun yasalarını ve yönetimini yetkinleştirdikleri ve insan soyunun uygarlık adı verilen aşamasının kuruluşunun güçlü bir biçimde ortaya çıkan ve insan ufkunun hala anlamaya ve yorumlamaya çalıştığı bir dönem böylece gerçekleştirilir.
Burada da büyük tutkular, ihtiraslar, büyük savaşlar ve ayaklanmalar vardır. Masal ve destan kahramanları, din büyükleri, büyük devlet adamları ve büyük komutanlar vardır. Hele hele Roma örneğinde görüldüğü gibi, Roma’dan İran’a, Afrika’ya ve Avrupa’nın ortalarına kadar ilerleyen komutanlar, Agustuslar ve Sezarlar ortaya çıkarlar. Bunlar yalnızca Romalı komutanlar değil, aynı zamanda kölelik döneminin evrensel komutanlık örnekleridir. Bunun yanı sıra devlet adamları, cumhuriyet, senatoda hatipler ortaya çıkar. Demokrasinin ilk nüveleri, köle sahiplerinin demokrasisi ortaya çıkar, boğuşmalar, ihanetler, kalleşlikler, bütün bunlar insan toplumunun bölünmesinin bir üst plana yansımasından başka bir anlama gelmeyen böylesine derinden bir gelişmenin üst yapıdaki somutlaşması olarak netlik kazanır. İlk edebi metinler, hukuk metinleri ve ilk askeri kuralların temelleri hep bu dönemde atılır. İnsanların hala araştırıp inceleyerek sonuç çıkarmaya başladıkları, kısaca kendilerini tanımak için kökenlerinin temellerinin atıldığı bu yılları esas alırlar. Ve bu doğrudur da.
Daha sonraki gelişmeler bu önemli olayın insanlık soyunun uygarlık aşamasının bu evresinin bir devamı niteliğindedir. Toplumsal gelişmenin bir üst evresi olarak daha fazla ihtiyacın karşılandığı, daha fazla üretebilen, insan üzerinde, daha gelişmiş bir sömürü toplumu olan feodalizm çağı başladığında, ilkel komünal düzenin ve köleciliğin gelişim evrelerindeki sonuçlar adeta burada daha üst bir evrede tekrarlanır. Ama bu toplum biraz daha ilerlemiş olarak, biraz daha başkalaşıma uğramış olarak böyledir. Kabilelerin, aşiretlerin ve küçük toplulukların acemi dinleri evrensel dinler katına yükselir. Yine küçük şehir, site devletleri yaygın bir biçimde daha gelişmiş bir imparatorluklara doğru gelişmeye ve dönüşmeye başlarlar. Aynı zamanda dinlerdeki tutuculuk biraz daha gelişme gösterir.
İnsanlığın ilk ortaya çıkışında, doğayla temasının ve dolayısıyla zayıflığının ilk ürünü olan dinler, bu aşamada insanın kendine güvenmesinde ve üretimi mümkün kılmada önemli bir rol oynasalar da, ezenin ve sömürenin ortaya çıkması ve dini kendi baskı ve sömürü aracı haline getirmesiyle birlikte, doğaya karşı tutunmada manevi bir kuvvet olarak oynadıkları belirgin rol yerini sömürülenleri ve ezilenleri aldatmaya, manevi ütopyalarına ve hayali öte dünyalarına hitap ederek, onları bu temelde idare etmeye ve yönetmeye bırakır.
Ama dinler, yine burada hala etkin bir siyasal felsefi ve ahlaki kurallar bütünü olarak etkindirler. Bu dönemde her şey adeta din kabuğu altında çıkış yapmak ister. Burada insanlar ne tam dinle ve ne de ilk çağlardaki gibi çocuksu masallarla idare edilir. Bilimin kurallarının ve sömürü yöntemlerinin biraz daha yetkinleştiği, alt ve üst yapının biraz daha geliştiği ve bilimsel kuralların buna giderek daha fazla uygulandığı bir aşamaya doğru tırmanır. Bir sonraki aşamada kapitalizme doğru yöneldiğinde, bu gelişme çok ileri boyutlara ulaşır. Dinin etkinliğindeki büyük bir azalmaya karşılık, felsefenin önemi daha da artar. Din artık yerini felsefeye doğru terk eder. İnsan artık basit bir biçimde aldatamayacağı masallar, hülyalar ve yakıştırmalarla doğayı, maddeyi ve evreni ve kendisini yorumlama seyrinden uzaklaşır. Bilimin ortaya çıkardığı gerekçeler esas alınarak, bunların sonuçlarını da özümseyen bir temeldeki yorumlamaya, kısacası bir felsefi yorumlamaya doğru bir gidiş başlar. İnsan mantığı ve pratiğinin karşılığı artık felsefeye doğru olmak durumundadır. Bu nedenle dinin rolü giderek azalmaya, insan daha çok gerçekçi olmaya ve kendi pratiğinin sonuçlarını daha iyi yorumlamaya başlar.
İşte burjuvazinin tarihsel rolü böylece ortaya çıkar. Rönesans dediğimiz sanatta, ilimde ve edebiyattaki bu yaratılış olayının, sınıfsal ve toplumsal temeli böylece vücut bulur. İnsanlık gelişme için yeni bir evreyi başlatmak istemektedir. Bunun için Roma’ya, Ortaçağ’a bakar, orada kendisi için yararlı olacak ne varsa hepsini alır. Aynı zamanda kendi gelişimini köstekleyen ne varsa karşı çıkmaya çalışır. Kendisini ve kendisiyle birlikte toplumu bir üst aşamaya ulaştırmanın bilimsel edebi ve ideolojik temelini hazırlamak için çabalar. Öncelikle filozoflar ve edebiyatçılar ortaya çıkmaya başlar. Sanatkarların dönemi dediğimiz bir dönem şekillenir.
Ama eski tutucu düzenin sahipleri, özellikle sömürme ve yönetmede yüzyılların deneyimine sahip olan ve devlet erkini elinde bulunduran siyasal güçler, nelerin, nasıl elde edilebileceğini iyi bilen ve bunun ordusuna ve yönetimine sahip olan halklar, bu yeni sınıfın yeni hamlesinin önüne çeşitli gerekçelerle engeller çıkarırlar. Çağdaş felsefeye, sanata ve dine karşı çağdışı dinler ve her türlü eski kurumlarla karşılık vermeye çalışırlar. Siyasal ve askeri güçlerine dayanarak azgın bir şiddeti ve işkenceyi dayatırlar. Ama tıpkı toprağa saçılan bir tohumun, toprağı ve kayayı parçalaya parçalaya kökleri derinliklere uzatması gibi, insanlığın böylesine bir tohumsal gelişmesi de kesinlikle engellenemez. Açılan çatlakları daha da genişleterek yeni gelişmelerin temelinde oturan sınıf, kendisiyle birlikte kendi ölçülerini, her düzeyde kendi eylemiyle ortaya çıkarır.
Burjuva devrimleri dönemi, felsefe ve dinden edebiyata, ekonomiden askeri alana kadar her düzeyde kendi ölçülerini, yönetimini, stratejisini ve bunu uygulayacak olan yönetimini, önderliğini, strateji ve taktik ustalarını yaratmaya başlar. Burjuvazinin kendisi de sürekli ayaklanma halindedir. Fransız ihtilalinde olduğu gibi, bunu doruk noktasına çıkarır. Daha önce başka zeminlerde birçok ihtilal deneyimine girişir. Kimisinde kısmen başarıya ulaşır, kimisinde yenilir ve kimisinde de tıpkı Fransız devriminde olduğu gibi, zaferini doruk noktasına kadar çıkarır. Burada bir İngiliz devriminde olduğu gibi, mücadele artık meşrutiyetle kapatılmak istenmez.
Evet, burjuvazi daha 15. yüzyıldan beri, birkaç yüzyıl her düzeyde bir ayaklanma halindedir. Ayaklanmanın, dinde reform yapmaktan edebiyatta ve sanattaki Rönesans’a kadar, yeni askeri düzenlerin kuruluşundan mutlakıyete karşı yeni devlet biçimlerinin şekillendirilmesine kadar, üretimin yeni tekniklerinden yönetimin çeşitli tarzlarına kadar, her düzeyde bir ayaklanış, bir direniş ve bir devrim dönemi olarak ortaya çıkar. Bunlar kendilerini çok çeşitli biçimlerde dışa vururlar.
Temelinde burjuva önderliğinin ve burjuvazi adına da akıllı ve cesur temsilcilerinin oynadığı bir roldür bu. Danteller, Leonardo de Vinciler Descartesler, Robespierreler, Dantonlar, Napolyonlar vb. bu yeni sınıfın önde gelen temsilcileridir. Burada sınıfın sadece öncü düzeyinde bir ayaklanması söz konusu değildir. Sınıfın kendisi de sürekli ayaklanma halindedir. Parlamentoda, sokakta ve kırda bazen gerilla biçiminde, bazen sokak gösterileri biçiminde eylemlilik gösterir. Kimisinde korkunç şiddet uygular, kimisinde de düşüncede bir ayaklanma başlatır. Bunu kiliseden savaş meydanlarına yapar. Kısaca, yeni bir toplumun doğuşunun ebesi olarak yüzyıllara sığan, geniş bir devrimsel hareketi gerçekleştirir.
Marks’ın burada çıkaracağı sonuç şudur; “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir”. Burada da önderlik belirgin ve vazgeçilmezdir. Ve önderlik sadece bir askeri özellik arz etmez, siyasal ve kültürel boyutlarını beraberinde yaşayan sınıfla çok sıkı bağları olan devrimin, o dönemdeki özellikleriyle çok sıkı bağları bulunan, kendi tarihini ve çağını yorumlamayı derinliğine kavradığı gibi, tarihi temellerini de en güçlü bir biçimde yorumlayabilen özelliklere sahiptir. Kısacası önderlik her bakımdan derin bir büyüklüğü olan ve saygı duyulan sınıfın özgün temsilcisidir.
Sınıfın henüz tam ulaşmadığı, ama onların kişiliklerinde ulaştığı sınıfın henüz somutlaştıramadığı, ama onların kişiliklerinde somutlaşan geleceğin toplumunun öncüleridir önderler. Gelecekte somutluk kazanacak olan toplum, bu kişiliklerde onların öncülükleri ve örgütlenmelerinde öncelikle sınanmış, başarıya ulaşmış ve yaşanmıştır. Bunlar daha sonra milyonlarca kişinin yaşayacağı yaşantıyı, kendi kişiliklerinde yaşamışlardır. Milyonlarca insanın, ilerde sahip olacağı felsefeyi, siyasal kişiliği, ahlakı ve duyguyu, önderler öncelikle yaşar, programlaştırır, örgütlendirir ve eyleme geçirirler. Bunu, daha sonra milyonlara aktararak burjuva sınıfının egemenliğini, burjuva toplumunun çiçeklenmesi ve dünyayı kendi kişiliğinde ebedileştirmesi denilen bir biçimde temsil ederler. Bu konuda her şey önderlerde sonsuz gibidir. Burjuvazinin sonsuzluğu gibi, onlar da oluşturdukları kuralları, devlet yönetimini alt yapı ve üst yapıyı sonsuz gerçeklermiş gibi dayatır, savunur, korur ve geliştirirler.
Demek ki, öncü daha sonra zafer kazanacak olan burjuva toplumunun bir ön biçimi olarak ortaya çıkma özelliğine ve öncüler de bu konuda vazgeçilmez bir role sahiptir. Madem ki yeni sınıfın daha sonraki egemenliği, kısacası her düzeydeki çiçeklenmesi kesin olacaktır, o halde bunun ilk önderleri, geleceği kendi şahıslarında mutlaka yaratmalı ve somutlaştırmalıdırlar ki temsil edilen sınıf bunların şahsında geleceğe daha güvenle bakabilsin. Bunun verdiği cesaretle ayaklanmasını ve eylemini daha yöntemli ve yenilmez kılabilsin. İlk acemiliklerden kurtulsun, ilk amatörlüğün yerini daha oturmuş bir rotaya ve önderliğe bağlayabilsin. İşte önderlere bunun için ihtiyaç duyulur.
Napolyon, burjuvazi adına büyük bir askeri komutan olarak ortaya çıktığında son derece cesur ve ustadır. Moskova’dan Mısır’a kadar, İspanya’dan Almanya’ya kadar, dize getiremediği hiçbir güç kalmamış gibidir. O bir askeri dehadır. Daha sonra benzerleri de ortaya çıkar. İşte burada sınıf adına oynanan önemli bir rol vardır. Gerçeklik kazanan sınıfın askeri dehası ve askeri kişiliğidir. Tıpkı Ortaçağ’da feodalizm adına Cengizhan’ın, feodalizmin ve İslamiyet’in doğuşunda Ali’nin oynadığı rol gibi, böylesine bir komutanın ve önderin kişiliği yaşanır. Sınıf buna muhtaçtır. Ortaçağlar’da Cengiz ve Ali gibi komutanlar olmasaydı, aşiret toplulukları bir ordu düzenine nasıl ulaşacaklardı? Nasıl savaşacaklardı? Daha sonraki yüzyılların büyük saldırılarını nasıl gerçekleştireceklerdi?
Demek ki, komutanlar kabilenin, aşiretin, sınıfın veya ezilen halkın iktidara yükselmesinin objektif koşullarının artık olgunlaştığı dönemlerde, kitlelerin yapısını, iradesini, özlemini ve kişiliklerini kendilerinde şekillendirmiş onların, sayısız zaferlerini kendi deyimleriyle öncelikle gerçekleştirmiş ve böylece kendi aralarında bulunan, ama büyük bir potansiyel güç olan kitleyi harekete geçirecek kuralları, ahlakı, felsefeyi ve örgütlenmeyi sağlamış ve öylece “İleriye yürü” komutunu vermiş amir kişilerdir. Bunun için Ali’ye “Emir Ûl Mûminin” denilir, yine Cengiz’in yasaları çok müthiştir. Kölecilik çağında da bu böyledir. Emirler ve yasalar hala görkemliliğini sürdürüyorlarsa bu nedenledir. Burjuvazinin ve Napolyon’un da böylesine yasaları vardır. Hala okullarda okutulan ve üzerinde yürütülen kurallar ve yasalardır bunlar.
Demek ki sınıfların ve yığınların, çeşitli nedenlerden ve her şeyden önce de üretimdeki yerlerinden ötürü, sürekli olarak üretimle uğraşma zorunluluğundan ötürü, kendi başlarına geliştiremedikleri komuta ve önderliği, öncü bir kesimin kendi şahsında somutlaştırması her tarihsel gelişme döneminin vazgeçilmez bir koşulu olmaktadır. Toplumlar ve halklar ileriye yürümek istiyorlarsa, önlerinde güçlü ve seçkin bir komuta kademesi yer almalıdır. Önderlik, onların eylemini sağdan ve soldan gelebilecek tehlikelerden koruyan, acemiliklerinin ve toyluklarının tehlikelerinden sakınan, yetkin bir kişiliğe kavuşmuş, geleceğe güçlü bakabilen, büyük bir cesaret ve fedakârlık örneği olan, örgütlülük ve emir komuta düzenini güçlü bir biçimde sağlamış olan, son derece kararlı ve olgun bir kişilik sergileyen ve böylelikle ayağa kalkacak olana umut veren, geleceğini parlak bir biçimde çizen ve bunu bir tutku derecesinde ve bir bayram coşkusuyla sergileyen seçkin kişiler topluluğudur. Böyle bir güç oluştuğunda, ilerleme hakkı olan sınıf ona büyük bir saygı duyar, tutkuyla bağlanır ve hiçbir teknik gücün gösteremeyeceği etkinliği bu yığınlar gösterir.
Yığınların başındakiler, bu dönemde devlet zorunu en son sistemlerine kadar geliştirmişlerdir. Egemen siyasal ve askeri kuvvet, strateji ve taktiğin tüm inceliklerini uygulamaktadır. Geniş bir sınıf tecrübesi oluşmuştur. İktidardakiler nasıl savaşacaklarını, ezilenleri nasıl aldatacaklarını ve nasıl işkence yapacaklarını iyi bilirler. Mahkemeleri, zindanları, koruyucuları, garnizonları ve muhafız kıtaları vardır. Yüzyılların derin bir birikimiyle, başta ezilenlerin öncüleri olmak üzere, ezilenlerin direnmelerine acımasızca saldırırlar. Demek ki, karşılarında böylesine hazır bir güç de vardır. Öncünün ve onun arkasındaki yığınların, böylesine zayıflıkları ve deneyimsizliklerinin yanı sıra, büyük bir tutku ve heyecanla ayağa kalkma gibi avantajları da mevcuttur. Ve bunlar karşılıklı olarak çarpışırlar. Kısacası Lenin’in deyimiyle; “Öncünün ve arkasındaki yığınların başlangıçtaki hataları kaçınılmaz olduğu gibi, daha geniş bir çıkışın zorunlu bir koşuludur da”.
Ama bu ne zamana kadar devam edecektir? Marks’ın dediği gibi, her ezilenlerin ordusunda olduğu gibi, proletarya ordusu da birkaç denemede yenik düşebilir. Ama daha sonra, bu yenilgilerden çıkaracağı derslerle, artık gelecekte sonuna kadar ayakta kalacak ve devrilmeyecek bir boksör gibi, kendisini yay gibi gerer, yumruklarını sıkar ve beynini çalıştırır, muazzam bir dikkat kesilerek egemen güçleri devirir. Marks; “Proletaryanın mücadeleleri, savaşları, bu yüzyılda ezilenlerin savaşımının bu derin kurallarını tekrarlar gibidir” der. Bunu 19. yy halk hareketleri ve proletaryanın mücadeleleri için söyler. Bu proletarya devriminin ilk örneklerinden birisi olan 1905 Devrimi’nde de tekrarlanır. Donanım yetersizliği, hazırlıksızlık ve milyonların henüz saf tutmamış olması yenilgiye neden olmakla birlikte, 1905 Devrimi daha sonraki Ekim Devrimi’nin bir provasıdır. Dolayısıyla, Ekim Devrimi’nin üzerinde yükseldiği bir temeldir.
O halde burjuvaziyle çağdaş bir sınıf olan proletarya içinde kendi sınıf gerçekliğine uygun olarak toplumun daha üst bir aşamaya ilerletilmesinde felsefeden askerliğe kadar, benzer bir rolün sergileneceği hemen anlaşılmaktadır. Kendi şahsında toplumu sömürüden ve dolayısıyla her türlü yalan demagoji, baskı ve zordan kurtaracak olan proletarya, tarihsel eylemler dönemine girdiği, kendi kişiliğini bulmak için o çok zor koşullarda üreten, kendi adına siyaset, sanat ve askerlik yapmak için son derece zayıf olan bu sınıf, yavaş yavaş şekillenmeye başladığı zaman birçok acemi ayaklanmalara girişir. Bu kaçınılmazdır. O makinaları parçalar, mezhep niteliği arz eden örgütlenmeler kurar, sokak kavgaları ve barikat savaşlarına başvurur ve birçok yenilgi alır, ama giderek savaşımını yetkinleştirir. Akabinde sınıfın öncüleri ortaya çıkar. Bunlar proletarya için öncelikle bir dünya görüşü hazırlar. Proletarya hangi felsefe ile dünyaya bakacak, hangi bilimsel temellerde yeni toplumu örgütleyecek, devrimin örgütlenmesi strateji ve taktiği nasıl gelişecektir. Giderek yaygın bir biçimde ortaya çıkan sorulardır bunlar.
Bu soruların ortaya çıkması, onlara çözüm getirecek kişilikleri de kaçınılmaz olarak yaratır. Proletaryanın kendi peygamberlerinin ortaya çıkması söz konusudur. Ahlaktan tutalım da felsefeye kadar, artık gericileşen burjuvazinin tutumuna karşı proletaryanın insanlık adına cevap vermesi ve daha ileri bir aşamayı gündeme getirmesi söz konusudur. Böylece Marks ve Engels, proletaryanın öğretmenleri olarak, peygamberleri olarak değil tabii ortaya çıkarlar. Evet, onlar da tıpkı peygamberler gibi, daha sonraki gelişmeleri haber verirler, ama bilimsel bir temelde, özellikle toplumun derinden bir izahını yaparak. Daha sonra olması gerekenin nasıl gelişeceğini temel yasalar halinde belirlerler. Kapitalizmin tahlili “Kapital’i” ortaya çıkarır. Zorun tahlili ile devrimlerin zor temelinde gelişeceğinin anlaşılması üzerine “Anti Dühring” ortaya çıkar ve daha sonra bunun hayata geçirilişinin pratik örgütlenme biçimi olarak proletarya partisi ve onun dövüş tarzı şekillenmeye başlar.
Bu kez 1870 Paris Komününde olduğu gibi, proletaryanın kitlesel ayaklanması ve öncülerinin savaşımıyla ilk güçlü ayağa kalkış hareketi sergilenir. Yine yaşanan amatörlük ve çocukluk çağıdır hem öncü ve hem de kitlesi acemidir. Bunun için ustalar eleştiri yaparlar. Proletarya yeri göğü fethedecek kadar yaman dövüşür. Ama henüz gelişiminin doruk noktasında olan burjuvazi, yanı başındaki tutucu güçler ve feodallerle, vatan hainleriyle iş birliği yaparak, acımasızlığını bu ilk proleter devriminin üzerine boşaltır. Çok kan dökülür, bir yığın insan kitleler halinde imha edilir. Önderleri acımasızca işkencelerden geçirilir. Bu proletaryanın büyük bir eylemsel hareketidir. Ama yenilmesi ile birlikte, çok dersler çıkarılması gereken bir harekettir. 1905 Devrimi adeta bunun Rusya koşullarındaki bir tekrarlamasıdır.
Proletaryanın giderek yetkinleşen siyasetçileri doğar, proletaryanın bilimini, onun ideolojisini hayata geçirme dönemi başlar. Felsefede idealizm ve metafizikten diyalektik materyalizme, bağımsız sınıf siyasetine ve kitlesel savaşım tarzlarına yönelinir. Orada proletaryanın sanatına doğru gelişen bu rol, doğru bir tanımlamayla 1917 Ekim Devrimi’nde siyasal iktidarın zapt edilmesiyle taçlanır. Artık proletaryanın büyük devlet adamları, askeri komutanları, yığınsal kültürü ve insanlığın gelişiminde en iddialı sözü söyleyecek olan, en güçlü eylemini sergileyen devrimci kişiliği biçimlenir ve olgunlaşır. “Bolşevik” dediğimiz bir olgu ortaya çıkar. Geleceğin güçlü, fedakâr ve cesur gelişimini daha şimdiden muştulayan*, proletaryanın öncü yaşamını kendisinde somutlaştıran ve geleceğin toplumunu kendisinde şekillendiren bir öncü ortaya çıkar. Bu öncü, Rusya gibi bir hayli çağdışı özellikler arz eden bir toplumdan, sosyalizm gibi dönemin en ileri bir toplumuna doğru yükselişte bir kaldıraç rolü oynayarak ve böylece burjuva anlamda çok acı geçecek olan yüzyılı kısaltıp, devrimle toplumu büyük acılardan kurtararak, tarihe iz bırakır. İsa’nın havarileri, Muhammed’in halifeleri ve Fransız devriminin Montaigneleri gibi onlar da proletarya devriminin en gelişmiş örnekleri olarak, kendilerinden sonraki birçok devrimin teori ve pratiğinin temel ilkelerini yaşamlarında sergileyip bu rolü oynarlar.
Bu rol daha sonra Çin’de, Vietnam’da, Latin Amerika’da ve Afrika’daki birçok devrim deneyiminde tekrarlanır. Artık halkların komutanlık dönemi dediğimiz bu dönemde, halkların kendi öz yaşamları, o yüzyıllardan beri uykuda bırakılan, ezilen ve kişiliklerinden koparılan yaşamları kendi öncülerinde öncelikle yaşanır. Öncelikle öncü, daha sonrasının nasıl olması gerektiği sorusuna cevap verir. İyi dövüşür, iyi düşünür, iyi bir ahlak, sevgi ve saygı atmosferini kendi örgütsel bünyesinde yaratır. Yönetme, komutan olma ve kısaca düşmanın tüm baskıcı savaş yöntemlerine karşı halkların direnme stratejisi ve taktiklerini ortaya çıkararak, düşmanın tüm baskıcı savaş yöntemlerine, kendisinin de giderek gelişen savaş yöntemleriyle cevap verme özelliklerini geliştirir. Çağımızın en barbar emperyalist güçlerine karşı, Vietnam halkından tutalım kara Afrika’nın en gelişmemiş halklarına kadar, çeşitli halkların en yaman direnmelerine karşılık verilir. Halkların yüzyılımızdaki o büyük ayağa kalkmaları, direnmeleri ve insanlık tarihinin sınıfsız topluma doğru ilerleyen aşamasının başarısı için, toplumların özgürlük ve ulusların bağımsızlık çağını güçlendirmek için, birçok devrimci deneyim ve bu deneyimlerin önderlikleri şekillenir.
Çağımıza boşuna “Proleter devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleri çağı”, emperyalizmden kopuşun bu temelde sağlandığı çağ denilmiyor. Bunlar yüzyılımızın temel gereğinin birer ifadesidir. Üzerinde çokça tartışılan ve düşünülen bu gerçekleri önderlik davası gibi bir davaya kalkışmış olanlara uzun uzun anlatmanın fazla bir gereği yoktur. Onlar düşüncelerinde ve ruhlarında bunları özümseyerek, ilk ortaya çıkışlarında adeta et ve tırnak gibi kendi kişiliklerinde kaynaştırarak yola çıkılması gerektiğini bilmek zorunda olan kişiler konumundadırlar. Bütün çağdaş halkların kendi ayağa kalkış süreçlerinde sergiledikleri bu tutumun bir örneğini de çağımızın unutulan en eski halklardan birisi olan Kürdistan halkı sergilemek zorundadır.
ÖNDER APO
Mart 1985