Kürt kadınlarının kamusal alanda politik özne olma mücadelesi
“Kapitalizmin 1970’lerden itibaren girdiği bunalım sürecini aşmak ve aynı zamanda ulus-devletin yapısal olarak krizlerinin derinleştiği süreçte sivil toplum örgütlerinin gelişmesi kaçınılmaz olmuştur.” Sivil toplum örgütlerinin en fazla geliştiği dönem ise yirminci yüz yılın son çeyreğine denk gelmektedir.
Sivil toplum örgütleri “Ulus-devletin kuşatıcı özelliğini yitirdiği, buna karşılık toplumun tam özgürleşme ve demokratikleşmesini sağlamadığı dönemin geçiş örgütlenmeleri olarak anlam bulurlar.” Ulus-devlet ile özgürlük ve demokrasi isteyen kesim tarafından sıkıştırılırlar. Böylesi durumlarda rol ve misyonunu doğru belirlemek zorundadır. Her sivil toplum örgütünün nasıl yürüyeceği onun amaç ve hedefi ile bağlantılıdır. Özcesi ya ulus-devletin ya da demokratik özgür toplumun yanında yerini belirlemek zorundadır. Zamana ve koşula göre konumlarını doğru belirlemezlerse işlevsiz ve etkisiz kalmaktan kurtulamazlar. Sivil toplum örgütleri devlete ve iktidara bağımlı olmadan kendi ayakları üzerinde durduğu oranda anlamına kavuşur. Bağımsız bir şekilde toplumun özgürleşme ve demokrasi taleplerine hizmet edip toplumsallaştığında ve devletin demokratikleşmesini sağladığı oranda rolünü oynamış olur. Aksi durumda kapitalist modernitenin ulus devletine hizmet etmekten ve onun koltuk değneği olmaktan kurtulamaz.
Sivil toplum kavram olarak ne zaman kullanılmaya başlandı
Sivil toplum kavramı farklı dönemlerde farklı anlamlarda kullanılır. Tarihte ilk olarak Antik Yunan’da Aristo’ya dek götürülen sivil toplum kavramı devletle aynı manaya gelen bir terim olarak kullanıldığı görülür. Bir sivil toplumun üyesi olmak demek, bir devletin yurttaşı olmak demektir. Bu dönemde sivil toplum ile devlet birbirinin yerine kullanılır. Sivil toplum ve devlet kavramlarının farklı ve birbirinin karşıtı olarak kullanılması 18.yy’a denk gelir. Daha çok 1970-80 döneminden itibaren gündeme demokratikleşmenin aracı olarak girdi. Sivil toplumu, devlet ve aile toplumu dışında kalan toplum olarak da ifade edebiliriz.
Sivil toplumun, yasal güvence altında bulunan ve kendi kendini örgütleyen çok sayıda kamusal alanı-üretim birimleri, ev yaşamı, gönüllü örgütlenmeler ve topluluklara yönelik hizmetler kapsayan, devlet dışı bir alan olma potansiyeline sahiptir.
Diğer bir özelliği de merkezi iktidara karşı örgütlü toplum olmasıdır. Devlet ile toplumun dışında bir güç olarak toplumu etkilemeye çalışarak devleti demokratikleşme yönünde dönüştürmeyi hedefler.
Türkiye’de daha çok askeri alanın karşıtı olarak kullanılır. Örneğin yapılan askeri darbeler sonrası iktidarı, sivil otoriteye devretmeleri sivil topluma geçiş olduğu algısı ve zihniyeti oluşturuldu devlet iktidarı tarafından. Yanılgılı olan diğer yön ise sivil yurttaşların yasal olarak kurduğu derneklerin sivil toplum olarak tanımlanmasıdır. Bir köy derneği, avcı derneği ne kadar sivil toplumu temsil edebilir ki?
Sivil toplum hem kavram olarak hem de örgütlenme biçimi olarak demokratikleşmeyi geliştirebilecek güç olma temelinde Kuzey Kürdistan’da gündeme daha çok 2000’ler sonrası girdi. Özgürlük mücadelesinin toplumsallaşmada yükselişe geçtiği 90’lı yıllarda sınırlı da olsa sivil toplum örgütleri vardı. YKD (Yurtsever kadınlar derneği), KESK (Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu) içerisinde emekçi kadın örgütlenmelerini örnek olarak verebiliriz. YKD bulunduğu dönem ve koşullar içerisinde kadının bilinçlenme ve özgürlüğü için mücadele etmesinde önemli bir rol oynadı. Önemli bir çekim merkezi oldu. Siyasi parti kadın örgütlenmesine ulaşamayan veya gelmek istemeyen kadınların arayışına bir ışık olmuştur. Kadının özgürlük ve eşitlik mücadelesinin önemli bir mihenk taşı oldu.
Politikada özne olmak özgürlük mücadelesi gerektirir
Özellikle iki binler öncesi Kürt kadını, siyasi parti yönetiminde ve özgün örgütlenme olarak da kadın komisyonunda yer alıyordu. İki binler sonrası sivil toplum örgütlerinde, siyasi parti de kadın kollarında, parti yönetiminde, seçimlerde milletvekili, belediye eş başkanı, belediye meclis üyesi olarak seçildi. Kürt kadınının kamusal alana gelişi ve siyasette özne olması kolay olmadı. Bu aşamaya gelinceye kadar ki sürece kısaca değinmekte yarar var.
Kürtlerin varlığını yok sayarak kendi varlığını ve kurumsallaşmasını sağlayan T.C devleti kendine alternatif olarak gördüğü her oluşumu, her bireyi düşman olarak görür. Ulus devlet mantığı ve ataerkil zihniyet çerçevesinde yasasını, hukukunu oluşturur. Kürt özgürlük hareketinin gelişimiyle birlikte geliştirilen 12 Eylül faşizan darbesiyle adeta terör dalgası gelişti. Devrimcileri işkence tezgahlarından geçirerek ya katletmiş ya da zindanlara atmıştır. Bütün topluma korku dalgası yayarak bir yaprağın bile kıpırdamaması için kendine göre despotik ve faşizan tedbirler geliştirir. Faşizan ruh her şeyden nem kapar. Özellikle Kürdistan’da Kürt kadını ve toplumu üzerinde akla gelmeyecek şiddet, baskı, zulüm, taciz, tecavüz geliştirir ve geliştirmeye devam etmektedir. Bunu devletin geleceğini garanti altına almak adına yapar.
Kürt kadını ve anaları bu faşizan süreçte cezaevleri önlerinde daha fazla politikleşmeye başladı. Zindanda direnen kızının, oğlunun, eşinin ve akrabalarının direnişlerine destek vermek amaçlı her türlü eylemi geliştirir. Geliştirilen eylem alanlarında ortak hareket etmeleri ve mücadelelerini geliştirmeleri, bilinçlenerek kamusal alana katılmaları açısından önemli bir eşik olur. Zindandaki devrimci tutsakların direnişine dışarıda güçlü bir ses olan Kürt kadını ve ananın öncülüğüyle Kürt toplumu da direnir. Bu ortak direniş karşısında faşist devletin tüm vahşi uygulamaları sarsılarak, boşa çıkarılır.
Kürt kadın özgürlük mücadelesindeki gelişme ve büyüme, Bakur’da kadının politikada özne olma ve kamusal alana katılımında önemli bir etkendir. Demokratik, ekolojik kadın özgürlükçü paradigma esasları çerçevesinde mücadelesini hem siyasi partide hem de sivil toplum örgütlenmelerinde geliştirir.
F.Berktay, Politikanın genelde algılandığı gibi salt iktidar ilişkileriyle ilgili bir şey olmadığını belirtir. İnsan yaşamının daha yüksek ve ayırt edici amaçlarının gerçekleştirilmesine hizmet eden bir araçtır. Kadınlar olarak politikayı sahiplenmek, geçmiş ve gelecekle olan bağını doğru kurarak bugünü anlamlandırmak önemlidir. Kapitalist, devletçi ataerkil zihniyetin kadına sunduğu yaşam koşullarını kader olarak görmeyip, kendini birer özneye dönüştürebilmesi açısından vaz geçilmezdir. Kadın geçmişte yani doğal toplum döneminde hem politika yapan hem de özgür yaşayan konumdadır. Tabii ki o dönem toplum da özgürdür.
Beş bin yıllık eril zihniyetin kadını köleleştirip dört duvar arasına koymasıyla özelde politikadan genelde yaşamın her alanından koparılışı başlar. Kadının köleleştirilmesi bunun ideolojisini, kuramını ve kurumlarıyla her yönüyle güçlendirir. Erkeğin (zihniyet olarak) kadına kader olarak sunduğu bir yaşamda her şey kadına yasaklandı. Bu yasakların kimileri açık ve net şekilde kimileri örtük (gizli-saklı) bir şekilde belirlendi.
Köle kimdir, nasıl yaşaması gerektiği her yönüyle belirlenir. Bu Kürt toplumu ve Kürt kadını açısından da geçerlidir. Adeta şiddet cenderesine alındı. Kürt kadını hem ulus olarak hem de cins olarak iki kez bu kölelik cenderesi altındadır. Varlığı bile tartışılır konuma getirilerek yok sayılmaya çalışıldı. Kürt kadını hem ulusal kimlik mücadelesi yürütürken hem de kadın olarak hak, eşitlik ve özgürlük mücadelesini yürütürken devlet şiddetine ve erkek şiddetine maruz kaldı. Devlet tarafından baskı, gözaltı, taciz, tecavüz, işkence ile karşı karşıya geldi. Gözaltında çıktığında ailede ona namus olgusu çerçevesinde yaklaşıldı. Artık erkeğin başı öne eğilmiştir. Feodal gururu ayaklar altına alınarak namusu kirlenmiştir. Kadın cezalandırılıp eve kapatılır. Kadın ya direnerek mücadelesine devam edecek ya da mücadele azmini kaybederek kaderim diyerek kölece yaşamı sürdürecek.
Unutmamak gerekir ki kadının köle ve erkeğin mülkü olarak görülmesi, kadının da bunu benimseyip kaderi olarak kabullenmesi özgürlük mücadelesi önünde en büyük engeldir. İşlenen namus ve töre cinayetleri erkeğin kadını kendi mülkü olarak görmesiyle ilgilidir. Kadının yaşam hakkı onun “namusundan” daha kıymetsizdir. Erkeğin (baba, eş, abi vb) bilgisi dışında kadının kendi başına hareket etmesi, kapının önüne çıkması dayak, işkence hatta ölüm gerekçesidir. Bunu toplum da onaylamakta, devlette desteklemektedir.
Kadın direngen yönünün diri tuttuğu oranda bu zorlu durumdan kurtulmanın yol ve yöntemini her şeyi göze alarak bulmaya devam eder. Şunu bilir kadınların politik alanda yürüttükleri kolektif hareket etme tarzları her koşul altında birbirine yardım eder, güç verir. Bu umudunu diri tuttuğu oranda kölece yaşamı kabul etmez. Mücadele arkadaşları ise, birlikte özgürlük yolunda yürüdükleri arkadaşlarını kaderiyle baş başa bırakmaz. “Köleliğin politik alanda yıkılması, özünde kadının bu alanda kazanmasıyla mümkündür” bu açıdan kadının kölelik zincirlerini kabullenmeyip kırarak, politik alanda özgürlük mücadelesini yürütmesi gerekir. Her kırılan kölelik zinciri özgürlüğe akan bir damladır.
Kadınların Örgütlü Mücadelesi Kamusal – Özel Alan Sınırlarını Yıktı
Bu konu hakkında Fatmagül Berktay “Kadınların kamusal alanın dışına itilmelerinin ve siyasete katılmalarının önlenmesinde kullanılan en işlevsel meşrulaştırıcı gerekçe, ataerkil ideolojinin doğa-kültür ayrımına dayanarak kadınları -doğurma özelliklerinden dolayı, bedenlerinden dolayı- doğa ile özdeşleştirmesi, buna karşılık, erkeklerin, uygarlığı ve kültürü temsil ettiğinin kabulüydü. Böylece; erkeklerin işi kültür ve uygarlık yaratmak, kamusal alanda otorite kullanmak ve yönetmek, yani siyaset yapmak; kadınlarınki ise ev ve aile içinde kalıp çocuk doğurmak olarak belirleniyordu. Üstelik, bütün tek tanrılı dinlerin değişmez sayarak kutsadığı bu varsayım, din halesiyle de donatılarak daha da pekiştirildi.” Eril ideolojiye göre kadının hak ettiği alan özel alan yani dört duvar arasıdır. Burası erkeğin hakimiyet ve iktidar alanıdır aynı zamanda. Kadına dair dayağın, tacizin, tecavüzün ve şiddetin geliştiği ve üretildiği alandır aynı zamanda. Dışardan kimsenin bilmemesi ve karışmaması gereken alan. Ve kadının asla paylaşmaması gerekir yaşadıklarını. Kadına düşen görev daha çocukken yetiştirildiği gibi erkeğe en iyi hizmeti vermek, fedakâr, sessiz, boyun eğen, sadakatli olmadır. Kadının rol ve misyonu hem dini kurallar ve söylemlerle hem de töresel (geleneksel ahlaki) kurallarla garanti altına alınır. Tabii ki iktidarcı devlet de kurumları ve kurallarıyla bunu her türlü şekilde onaylamaktadır.
Sonuç yerine, Yaşamın bütünlüklü bakış açısıyla şekillendiği, çoğulculuğun, farklılıkların bir arada yaşadığı, eşit, adil ve özgür bir ortam doğal toplum dönemine aittir. Bu dönemde kadın bakış açısıyla yaşam şekillendiği için hiyerarşi, iktidar, devlet, sınıf kadın doğasına terstir. Özcesi yaşam alanları parçalanmamış, yaşama ait bütün değerler topluma ait. Politika yaşamın ta kendisidir ve topluma aittir. Kadın da toplum da bulunduğu zaman ve mekana göre özgürdür. Her varlığın yaşamda bir manası vardır. Kadının köleleştirilme tarihi olan beş bin yıllık ataerkil uygarlık tarihi, kadına ait olan tüm değerleri çalıp kendi iktidarını ve hegemonyasını kurmuştur. Bu açıdan Önderliğin belirttiği gibi, “özgürlüğü için mücadele eden kadın politik alana yönelirken savaşımın en çetin yanıyla karşı karşıya olduğunu bilmelidir. Politik alanda kazanmayı bilmeden hiçbir kazanım kalıcı kılınamaz. Politik alanda kazanmak kadının devletleşmesi hareketi değildir.” Özgürlük mücadelesi yürüten kadın, erkeğin iktidar alanlarına girip mücadele etmeye başladığında bunun zorlukları ile karşılaşır. Kendini bu devletçi iktidarcı zihniyete karşı politik alanda ne kadar güçlü donatmışsa mücadelesi de kazanıma dönüşüyor. Kadın şunu bilmek ve bilince çıkarmak zorunda, xwebun (kendi olma) olmadığı sürece, erkeğin (zihniyet olarak) ve onun oluşturduğu sistemin etkisinden kurtulamaz. Bu açıdan bütün ona öğretilen kavramları, kuramları demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigma ışığında, esas anlamına kavuşturup bunu pratikleştirdiğinde değişimi gerçekleştirir. Öncelikle politika kavramını gerçek anlamına kavuşturacak olursak, Fatmagül Berktay’ın belirttiği gibi politika, genelde tarif edildiği gibi “kıt kaynakların bölüşülmesi” sanatı, ya da refah ve adalet sağlamanın bir aracı değil, bize “özgürlük” kazandıracak şeydir. Özgürlüğü güvence altına alamaz ama ortaya çıkması ve korunması için gerekli olan koşulları yaratabilir. Ancak politika dolanımıyla ölümsüzlüğe ve onurlu bir yaşama ulaşmayı sağlayacak şekilde eylemde bulunma fırsatını yakalayabiliriz. Bu çaba, en eksiksiz ifadesini, aktörleri ve izleyicileri ile bir bütün olan “tiyatro sahnesi” olarak kamusal alanda bulabilir. Anti-hiyerarşik, devlet dışı olarak kendi kurumlarını oluşturan kadın pozitif eylemleri ile devletçi ve hiyerarşik yapılarla mücadele ederek demokratikleştirmeyi sağlar. Bütünlükçü bakış açısıyla demokrasinin, eşitliğin, adaletin ve özgürlüğün yaşam bulması için kolektif örgütlenme ve eylem olmasa olmazımız olmaktadır.
Ronahi Malatya