2–Milliyetçilik;
Önderliğimiz“Zorun yönetimdeki etkisi anlıktır. Bu nedenle ideoloji devreye girmek durumundadır”demektedir. Bu tanım, ulus-devlet icadı olan milliyetçilik ideolojisi ile kapitalizmin geliştirdiği savaşları ve özel savaşı açıklayacak boyuttadır.
Milliyetçilik, modernitenin tek dinsel argümanıdır ama hizmet ettiği ve emrinde olduğu tanrısı ulus-devlettir. Hakikati örtbas etme ve çarpıtma olarak kullanılmıştır. Ortadoğu kökenli değil, Batı’da oluşturulmuş bir kavramdır. Şehir devlet Ortadoğu’da, ulus-devlet Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Ulus-devlet 18’inci yüzyılda Avrupa’da doğar, 20 yüzyılda da Ortadoğu’ya geçer. Milliyetçilik tek ulus, tek dil, tek vatan, tek bayrak ve tek kültürlü bir yapıdır. Tekçiliğini karanlık düşünce ve zihniyet yapısına borçludur. Milliyetçilik, yoğunlaştırılmış şiddet ve savaştır. Tek sesli bir koro ve tek renkli bir yaşamdır. Milliyetçilik, totaliter rejimlerin dikta yönetimlerini doğurur. Emir-komuta zinciri altında üstten alta doğru yönetilen toplum, militarist bir kültür ve bilinçle eğitilir. Militarizmde disiplin tek ses, tek yürek ve tek ağızdan yapılan konuşmalarla toplumun yönetilmesidir. Milliyetçilik, militarizm ile kurulu bir düzeni yasaklarla geliştirir. Kara ve gri propaganda en fazla milliyetçilik döneminde yapılır. Darbelerle rejimin bekası sağlanır.
Milliyetçilik yani ırkçılık, bir üstünlük ve farklılık payesi olarak diğer toplumların ve kimliklerin ölümünü koşullar. Irkçılık, Hitler faşizminde en üst düzeye ulaşmış, oluşturulan propaganda bakanlığı eliyle asker-toplum yaratılmış, günümüze kadar da süren Alman disiplini olumsuz bir örnek olmasına rağmen olumlanmıştır. Toplum, devlet baba ne demişse inanmış, öyle ki yanı başında yaşanan cinayetlere ortak olmuş, Çingeneler, Yahudiler, sosyalistler katledilirken gönüllü bir biçimde devlete yardım etmiş ve insan avına çıkmıştır. Propaganda bakanlığı üstün Alman ırkı için sarışın, mavi gözlü, eli ayağı düzgün, uzun boylu insanların doğması için birçok anneyi gönüllü ikna etmiş, anneler sakat çocuklarını istememiş veya öldürülmesine müsaade eder hale gelmişlerdir. ‘Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur’ tezine uygun olarak beden bütünlüğü ve kusursuzluğu, zeki olmanın temel bir parçası olarak görülmüştür. Bugün de Alman toplumu Yahudi soykırımına dönük utanç yaşadığını söylese de, büyük Alman ulusu yenilmez panzerler olarak gösterilir. Alman futbol takımı dünya kupasında birinci çıktığında ‘panzerler ezdi geçti’ denmesi, ırkçılığın dışa vurumudur. Almanya’ya göç eden toplulukların sokakları kirli tuttuğu, pis oldukları, Almanların işlerine göz koydukları, Almanların çalıştığı göçmenlerin ise tembel olduğu, tembel oldukları için devletin sosyal fonundan geçindikleri, bu nedenle devletin onları çalıştırması gerektiği, her saat başına bu insanlara sadece 1 Euro verilmesi vb. uygulamalar bu ırkçılıktan bağımsız ele alınamaz. Nazi kültürü geçmişin bir utancı ve kara lekesi olarak gösterilse de, bu zihniyetin sorgulanmadığı, devlet içinde saygı gördüğü ve desteklendiği birçok olay ve olguda görülmektedir. Anayasayı Koruma Örgütü başkanının Nazi teşkilatının toplantılarına katılması, Nazi zihniyetli kişileri istihbarat ve askeri görevlere getirdiği basına yansırken, kara kafalı denilen Ortadoğulu insanlar öldürüldüğünde bu kişilerin cezalandırılmaması veya az ceza ile karşılaşmaları yine bu ırkçı zihniyetin sonuçlarıdır.
Ortadoğu’da milliyetçilik, dincilikle iç içe yürütülen bir politikadır. TC’nin kuruluşu Türkçülük ideolojisine dayanır. Türk olmayanlar Türkçülük ideolojisini kabul eder ve Türkleşir, kendini inkâr ederse bu devlette yaşayabilir ve öngörülen temelde politika yapabilir. Tekçilik ve merkeziyetçilik bu sistemin temel karakteridir. 1925 Şark Islahat Planı ile şekillenen ırkçılık, Kürtlere karşı acımasızca uygulanmıştır. Bu plan Pantürkizm ve Panislamizm’le birlikte halklara, inançlara ve kültürlere şiddet ve zor yolu başta olmak üzere, özel savaş uygulamaları ile benimsetilmiştir. Kürdistan coğrafyasına ait dağlar, nehirler, ovalar, vadiler, ormanlar, köyler, kasabalar ve şehirler yeni isimlerle adlandırılmış, Kürtçe olan isimleri inkâr edilmiş ve yasaklanmıştır. Bir insanın doğuştan gelen temel hakları olan kendi dilini konuşma ve kültürünü yaşama hakkı Kürt halkının elinden alınmış ve inkâr edilmiştir. Kürt sözcüğünün karda yürüme sırasında oluşan ‘kart-kurt’ sesleri sonucu türediği, Kürtlerin yabani ve vahşi oldukları, bu nedenle uygarlık yoksunu cahil ve cehalet içinde kaldıkları, kurtarılmaları için Türk’e benzeşmeleri, Türkçülük ideolojisi ile yoğrulmaları ve uygarlığa Türkçülük ile ulaşmaları gibi özel uygulamalarla ırkçılık pratiğe geçirilmiştir. Kürt çocukları ailelerinden çalınmış ve Kemalist-milliyetçi bir ideoloji ile eğitilmiş ve toplumu düşürme aracı olarak yeniden Kürdistan coğrafyasına görevli olarak gönderilmişlerdir. Kürt kadınlarının dil ve kültürlerine olan bağlılıkları, onları hedef haline getirmiştir. Bu yüzden faşist ağızlar her açıldığında Kürt sorununu çözmek için Türklerin Doğu’da Kürt kadınları ile evlenmelerini söylemiş veya Kürtlerin fiziksel yok oluşlarını engelleyen üremelerinin azaltılması ve kadınlarının kısırlaştırılması için il il dolaşan cellat hemşireler eliyle kısırlık iğnesi yapılmış ve kadınlar sakat bırakılmıştır. Her Kürt çocuğunun kâbusu okula gitmek olmuştur. Gittiği ilk yıldan başlamak üzere dili, kültürü ve duruşu yüzünden dayak, ceza, keyfi uygulamalar, doğuştan ayrımcılığa maruz kalış, horlanma, küçümsenme ve ötekileştirme ile yüz yüze kalmıştır. Bu yöntemler ırkçılık ideolojisi ile geliştirilmiş ve Türkçülük dayatmalarının sonucu olarak uygulanmıştır. Aynı şekilde Fars ve Arap milliyetçiliği katı ulus-devletin tekleştirdiği toplumsal kimlik tanımını Kürtlerin inkarına dayandırarak oluşturmaya çalışmış, milliyetçilik silahını Kürdistan’ın sömürülmesinde etkin bir araç olarak kullanmıştır. Nihayetinde İran zaten dinciliği açıktan kimlik edinmiş bir milliyetçi devlet temsilidir. Ortadoğu halklar mozaiği farklılıkların birliğine dayalı bir gelişimi tarihsel kaynağında yaşamakla birlikte, ulus devletle bu farklılıklar çatışma ve yok etmenin vesilesine dönüştürülmek istenmiştir. Bu politika sadece Ortadoğu hegemon güçlerin bölgeye uyguladığı bir politika değil, esasta uluslararası hegemon güçlerin yerel devletçi güçlerce uygulanmasını istediği politikadır. Yani milliyetçilik Ortadoğu’da da çatışan farklılıkların yol açtığı ortamda iktidarın örgütlenmesine hizmet etmenin en etkin aracıdır. Nihayetinde üst yapısı tamamen işbirlikçi Arap devletlerinin yerel uygulamada milliyetçilikleri bundan kaynaklıdır. Hem Arap devlet geleneği hem de Şia-İran devlet geleneğinde binlerce örnekle milliyetçiliğin uygulanma biçimleri somutlaştırılabilir. Oluşturulan ve çözülmesine izin verilmeyen Filistin-İsrail sorunu ortadadır. Özetle; aynı aracın değişik versiyonlarca aynı amaca hizmet etmesinin hikayesidir. Ortadoğu gerçeğinde Üçüncü Dünya Savaşı’nın yürütülüyor olması kullanılan bu araçların sonuçlarıyla ilgilidir.
ABD de ırkçılık birçok siyahi insanın aşağılık, ikinci sınıf ve pis görülmesine neden olan zihniyettir. ABD de beyazlar, siyahlar karşısında hep öndedir ve hep kazanan taraftır. Siyahilerin zenci olarak çağrılması, gettolara sıkıştırılması, sosyal hizmetlerden yararlanmaması, iş bulamaması, en iyi okulları kazanmalarına rağmen aptal gözüyle bakılması, kaba işlerin onlara yaptırılması, birer hizmetçi olarak görülmeleri, onları aşağılamak için maymun denmesi bu ırkçılığın dışa vurum örnekleridir. Devletin üstün ırk olarak yarattığı beyaz algı, beyaz öncelikler, beyaz çıkarlar ve beyaz yaşamlar siyahın, kızıl derilinin ve sarı ırkın aşağılık ve ikinci sınıf olduğunu söyler ve gereklerini pratikte yerine getirir.
Böylesine ayrımlar ve tabakalar yaratan ideolojik bakış açısı, özel savaş için bulunmaz bir araç olarak görülmüş ve toplumlar üzerindeki uygulamalara dönüştürülmüştür. Özellikle kriz dönemlerinde, yoksulluk, toplumsal felaketlerde ve savaş koşullarında milliyetçilik silahı en fazla başvurulan silah haline dönüşür. Devlet ve devletin bekası sorunu, milletin bekası ve sorunu haline getirilir. Batan geminin herkese ait olduğu algısının iyi işlenmesi, giden devlet ile her şeyin yitirileceği gibi propagandalar her türlü özel savaş aracıyla işlenir ve etkili kılınır. Barışı önemsemeyen bir toplum, militarizmin coşkusuyla kabaran iştahını fetihlerde, ganimetlerde ve zenginliklerde bulabilir. Bir askerin ABD’den neden Vietnam’a gittiği veya Irak’a geldiği önemsiz kılınarak geri plana itilir. Milliyetçilik örtüsü bu sorunu giderecek argümanları oluşturur ve hızla yayar.
Milliyetçiliğin dar ulus çıkarları ve devletin millileştirilmesi temelinde kapitalizm tarafından sanki bir dönem kullanıldığı, ardından dış pazar ve rekabet ihtiyacından ötürü ulus üstü politikalarla aşıldığı gibi bir algı, günümüz liberalizmin propagandası olarak dışa yansır. Gerçekte ise liberalizmin olduğu yerde milliyetçiliğin de canlı tutulduğu gerçeğidir. Bu ayar, devlet ve devlet kurumları aracılığıyla belirli bir dozda, ama bir kart olarak elde tutulur. Örneğin; AB demokrasisi olarak ifade edilen liberal yaşam tarzı, ilişkiler ve ekonomik gelişmeler, kriz dönemlerinde hep bir suçlu arar pozisyondadır. Her Avrupa ülkesinde sağ ve sol olarak örgütlenen partiler dışında, mutlaka aşırı sağ eğilimli gruplar ve partiler vardır ve önü açıktır. Bu aşırı eğilimli partiler her hangi bir ülke krize girdiğinde birden bire oylarını yükseltebilme ve iktidara tırmanma becerisini gösterebiliyorlar. Bu, o partilerin veya eğilimlerin yetenekleri değildir; bu devletin elde tuttuğu gizli milliyetçilik kartı eğiliminin yarıklarda hazır, fakat gizli tutulması ile ilgili bir şeydir. Toplumun aniden bu sağ milliyetçi kesime gelişen ilgisi ise sosyolojik ve psikolojik analizleri gerektiren bir durumdur. Aşırı konformizme alıştırılan toplum, ayrıcalıklarını yitirmenin korkusu ile kendisine gösterilen düşmana saldırmaya hazır tutulmaktadır. İşsizsen, sebebi bir kara kafalıdır. ‘Kara kafalı ülkemize gelip ev almış, iş sahibi olmuş, ben halen bir işçi ve bürokratım. O olmasaydı bunlar benim olacaktı’ gibi bencil ve bireyci duygular düşmanlık yapılmasına neden olabilmektedir. Örneğin; DAİŞ’in Fransa saldırıları arttığında, Fransız toplumunun Müslümanlara karşı duyduğu korku nefrete dönüşmüştür. Yaşam tarzımıza ve ilişkilerimize Müslümanlar müdahale edecek propagandası ile ayrımcılık yeniden hortlatılmıştır. Eşarplı bir kadının 8 Mart yürüyüşüne katılımını bile laiklik adına istemeyen bir sol zihniyet hem milliyetçiliğin hem de neo-liberal politikaların etkisi altındadır. Neo-liberalizm günümüz milliyetçiliğinin inceltilmiş ve cilalanmış halini temsil etmektedir. Devlet bu politikaların gelişimi ve örgütlenmesi için her türlü desteği sunmakta ve bu temelde gizli örgütlenmelerini sivil toplum adına yapmaktadır. Hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük, devletin ihtiyaçlarının hep toplumdan üstün tutulması, halklar ve kimlikler arası uyum ve akışın gönüllülükten zorunluluğa dönüşmesi, üst kimlik üzerinden üst kültür ve dil oluşturulması, bu politikaların sonucudur. Büyük Ekim Devrimi halkların özgürlük ihtiyacının en görkemli eylemi ve kazanımı olarak somutlaşmakla birlikte reel sosyalizmin ideolojik ve yapısal gedikleri, Sovyet sisteminin çökmesine yol açmıştır. Rusya, Sovyet mirasının merkez gücü olarak kendini hegemon öncülük yarışına katarken esas dayanağı içte milliyetçiliğin geliştirilme çabası olmaktadır. Stalin bir milli kült olarak tanımlanmakta, birlikte devrim yapılan Asya halkları en tortu ve kirli işlerde çalıştırılmakta, Slav kimliği yeniden üstün kimlik olarak oluşturulmak istenmektedir. Türkiye ve Arap ülkelerinde en tortu işlerde çalıştırılan Kürtlerdir, en ucuz iş gücü olmaları kimliklerine dayandırılarak meşrulaştırılmakta, patron parasını vermek istemezse en a-politik Kürdü bile terörizmle suçlamaktadır. Kürtler herhangi bir haksızlığa uğrarken haksızlığı yapan sokakta Türk milliyetçi sloganlar attığında olay millileşir, haksızlığa uğrayanın haksızlığa uğradığı asla bilinmez. Çünkü o kimliği, dili, varlığı küçük görülen bir kavmin mensubudur. Kültür, dil, kimlik yabancı bir ülkede yaşayan bir insan için hep bir sorun olarak ele alınmıştır. Liberalizmin sorunsuzluk olarak yansıttığı bu alan, aslında çok sorunludur. Dolayısıyla küreselleşme adına geliştirilen politikalar, liberalizmin ulus üstü politikaları adına milliyetçiliği ve militarizmi kesinlikle dışlamamaktadır. Aksine bütün bu argümanları birlikte örgütleyerek, ihtiyaç duyduğu yerde ve zamanda kullanmaktadır.
“Ulus-devletin temel ideolojik formu olan milliyetçilik, tamamen dinsel bir öze büründürülmüştür. Ulus-devlet ne kadar kapitalist modernist ise milliyetçilik de o kadar modernist dindir. Pozitivist felsefenin toplumsal dini olarak hazırlanmıştır. Yurtseverliği toplumsal doğa olarak, ulus toplumunun zıddı olarak düşünmek gerekir. Milliyetçilik bu anlamda en anti-ulus ideolojidir. Milliyetçilik demokratik bir olgu olan ulusu, kapitalist ideolojik hegemonya altına almak suretiyle sömürü tekellerine en büyük hizmeti yapar. Bütün ulusu ardına kadar ittifak halindeki tekellerin (ticaret, sanayi, finans ve iktidar tekelleri) ortak mülkü ve sömürgesi haline getirir. Özellikle bu işlevini en pozitivist millici din kisvesi altında yerine getirir.” Önderliğin de ifade ettiği gibi milliyetçiliğin pozitivist bir din olması, onu olgucu kılar. Bakış açısında özne-nesne ayrımını geliştirir. Akılcılık, deneycilik ve olguculuk esas alınarak somut olanı, görüneni kabul eder. Bütünü parçalara ayırarak hakikati muğlaklaştırır ve etkisini zayıflatır. Bilgi edinme sürecini bu yöntemlerle sakatlar. Bilgiler birbirinden kopuk ve eklektiktir. Bu nedenle gerçeğin tüm resmi hiçbir zaman bireyler tarafından algılanmadığı için çarpık algı, çarpık zihniyet ve uygulamalara götürür. Dolayısıyla milliyetçilik buna dayanarak hem ömrünü uzatır hem de kendisini masum bir ideolojik kisveye büründürür.
Milliyetçilik, analitik erkek aklının kaynağı olarak en fazla kadına yönelik güncel ve tarihsel politikalar geliştirmiştir. Özel savaş kapsamında kullanılan milliyetçilik, bir erkek imalatı olarak, eşitsizlik-merkeziyetçilik-tekçilik, kontrol ve tahakküm üzeri geliştirilmiştir. Topluma hükmeden devlet, aileye hükmeden baba ise, bu hükümdarlık mülkleştirme üzerine kuruludur. Zaten “mülkiyetin temelinde zor aracı yatmaktadır. Sahiplik tüm mülk sahiplerinin özelliğidir.”Topluma sahip olan devlet ile kadına sahip olan erkek aynı aklın bir ürünü olarak rollerini oynarlar. Tekçiliğin hâkim olduğu bir aile veya toplum devlet ve erkek baskısı ile sindirilir, korkutulur ve ürkekleştirilir. Milliyetçilik, en fazla kadınların yaşam alanlarına müdahalede bulunur. Sosyal ve toplumsal yaşam politikleştirilir. Kadınlar arasına sınıf farklarını aşılmaz bir duvar gibi örer. Burjuva sınıfına mensup kadınları ezenler kategorisinde sözde hanımefendi özde ise bir süs bitkisi gibi korunaksız, narin ve savunmasız bırakmıştır. Erkeklerin arkasında onu izleyen ve güçlü erkek profilini destekleyen ve onun gücüne güç katmak için hünerlerini ortaya koyan itaatkâr bir kadın tipi oluşturulur. ‘Baban seninle gurur duyuyor. Kocanı onurlandır’ veya ‘sevgilini imtiyazlarına ve devletine göre belirle’ tarzında kadının seçme hakkını elinden alan bir dayatma içinde olduğu halde, kadınlar tarafından ‘korunuyorum-sahipleniyorum-yalnız bırakılmıyorum’ algısı yaratarak manipüle eder. Ezilen sınıfa mensup kadınlar ise vatan için çocuk doğurmak ve çocuk yetiştirmek, ailenin gönüllü bekçisi olarak vatana hizmet etmek, vatan savunması temelinde çocuklarını iyi bir asker olarak yetiştirmek ve erkeğe hizmet temelinde ev işlerinde emek harcamak ve aile reisinin cinsel ihtiyaçlarını karşılamak ve ona hizmet etme görevi ile eğitilir ve buna inandırılır. Bu kadınların aile ve koca dışında bir geleceği yoktur. Aile üzeri devletçilik ve milliyetçilik ideolojisi üretilir ve benimsetilir. Erdoğan başkanlığındaki Türk faşist sisteminde kadınlar için öngörülen yaşam tarzı böyledir. Kadınlar, Erdoğan’ın mitinglerine kalabalık gruplar halinde katılmakta, Erdoğan’ın güçlü bir lider olduğunu ve vatanları için bağımsızlık savaşı verdiğini ve dini bütün bir imana sahip olduğuna inanmaktadırlar. Bu kadınlar, özel savaş yöntemleri olan din ve milliyetçilik silahı ile doldurulmuş ve ideolojik-politik körlük onları ağızdan çıkan her söze inandırmış ve bunun için eyleme yönlendirmiştir.
Köleliği ya gönüllü ya da zorla benimsetir. Bu temelde özümsetilmiş kölelik için özel savaş yöntemlerini devreye sokar. Bunu geleneksel kadın tipini yaratarak ve besleyerek yapar. Kadınlık kimliğini kurgular, yeniden oluşturur. Bu kimlikte kişilik kaybı; özgüven, özsaygı yitimi ve öz değer kaybıdır. Kendi değerlerine güvenmeme, erkek gölgesinde nefeslenme, erkekle varlığını tanımlama ve erkeksiz düşünememe, karar verememe ve sorumluluk almamadır. Kadınların Alman ve Türk örneğinde olduğu gibi totaliter rejimlerde faşistleşmesi, onlardan güçlü uygulayıcılar çıkartmıştır. Faşizm döneminde Alman kadınlarının, erkeklerden daha disiplinli ve kurallı oldukları söylenir. Kendini devlete ve erkeğe ispatlama psikolojisiyle işine ve görevlerine sarılan bu geleneksel kadın tipolojisi ile sistem varlığını sürdürebilmiş ve ayakta kalabilmiştir. Türk faşist rejiminde Çiller tipolojisi de buna örnek verilebilir. Ayağına taktığı asker potinleri ve şapkasıyla askerler arasında vermiş olduğu pozlar, onun döneminde yakılan 5000 Kürt köyü ile 30 bin faili meçhul cinayet, bu cinayetlerde asit kuyuları, kaçırma, işkence, gözaltında kaybettirme, cenazeleri vermeme, kara para aklama, beyaz ticaret, fuhuş ve çetecilik yöntemleri, Kürdistan dağlarına yüz binlerce askeri operasyona yöneltmesi, tam bir yıkım siyaseti yürütmeyi hedeflemesi nedeniyle devlet içinde derin devlet örgütlenmesine sonuna kadar destek vererek ırkçı bir sistem yaratmış ve kurumlaştırmıştır. İngiltere’de Demir Leydi olarak bilinen Margaret Thatcher, soğuk savaş yıllarında milliyetçilik bayrağını dalgalandırmıştır. Savaş için silahlanma yarışını ve satışını en üst düzeyde uygulamıştır. Bu kadın tiplemeleri faşist sistemin işbirlikçi karakterleri olarak erkeğe benzeşen ve erkek aklı ve iradesiyle hareket eden kadın tiplerdir.
Milliyetçilik ideolojisi ile zihniyet ve estetik dünyasını yitirmiş bir toplum yaratılır. Bu toplum parçalanmış ve bitirilmiştir. Birbirini yok etmeye ve ezmeye güdümlenmiş ve iradesi kırılmıştır. Totaliter rejimler milliyetçilik ile kırbaç ve kılıç politikasını bir tehdit aracı olarak günlük hatırlatır, diğer yandan da özel savaş politikaları, toplumu ve cinsler arası ilişkileri kurgular ve yeniden düzenler.
Milliyetçilik, asimilasyon ve soykırım gibi uygulamaları etkili kullanan bir ideolojidir. Faşizmi doğuran milliyetçilik, bir delinin tarifi ile şöyle anlatılmıştı; ‘faşizm bana göre gece kondu, mezarlık ve gökdelenlerdir’. Bu tanım, faşizmin niteliğini özetlemektedir. Bu niteliği, asimilasyonu ve soykırımı bir araç olarak kullanma ve geliştirme karakterinin bir parçasıdır.
Milliyetçilik asimilasyon ile sonuç almazsa, soykırımı geliştirmektedir. Eğer bir toplumun kültürü ve kimliği erime ve yok olma temelinde kırılgan ise asimilasyona yöneliyor; eğer o toplumun kültürü, kimliği, iç bütünlüğü ve birliği güçlü ise fiziki soykırımı esas alarak yok ediyor.
Özel savaşın kullandığı yöntemlerden biri olan asimilasyon; ince ölümdür, zamana yayılmıştır. Tepkisizliği ve içselleştirdiği egemen kültür ve yaşam tarzı onu ayaktaki ölüler topluluğuna dönüştürmüştür. Asimilasyonun esas yöntemi, eritmektir. Kimlik kaybı oluşturmaktır. Var olduğun kişiden ve toplumdan başka birine ve başka bir topluma dönüşme sürecini kapsar. İçselleştirilmiş köleliktir. Etki düzeyi bir plan dahilinde zamana yayılmıştır. Bireyin ve toplumun mensup olduğu tarih, kültür ve değer-birikimlerini ya tersine çevirir ya da yok etme temelinde yaklaşır. Eğer asimilasyon zihniyeti eritiyorsa, kişinin zihnine yerleşmiş demektir. Asimilasyon bir yabancılaşma sürecidir. Yani toplumsal ve tarihsel hakikatten kopuşu ifade eder. Yabancılaşma süreci kapitalist modernite tarafından ya sömürgecilik üzerinden ya da ideolojik saldırı araçları ile yapılmaktadır. Sömürgeciler dil ve kültür üzerinden asimilasyonu geliştirirler. Bunun için eğitim kurumları önemli bir rol oynar. Eğitim kurumlarında ana dil yabancı-öteki ve lüzumsuz hale getirilirken, egemen dil mevki-makam sahibi olmak, ticaret yapmak, zengin olmak ve düzen kırıntılarından nasiplenme zemini yaratır. Varlığını, dilini, kültürünü, toprağını ve tarihini kaybetme sürecinde gönüllü yani oto asimilasyon ve zorunlu asimilasyon araçlarıyla varlık sorunu unutulur ve varlığını sağlama mücadelesi gibi bir olgu ortadan kaldırılmış olur. Bu durum Kürt gerçekliğinde bir halkın inkârı ve imhası üzerine kurulu politikalarla, Türk faşist rejimi tarafından uygulanmıştır. Önderlik bu nedenle, Kürt toplumunu kültürel soykırım toplumu olarak tanımlamakta ve asimilasyonu dilin yitimi ve farklı dillerin kullanılması olarak değerlendirmektedir.
Asimilasyondan geçen toplum veya birey feleğin çemberinden geçmiş, değerlerinden kopmuş, ondan uzaklaşmış, ondan kaçar adım sırtını dönmüştür. Bu dönüş ve kaçış, sistem tarafından ‘bana benzeş, seni kabul edeyim’ dayatması gibi görünse de, özünde hiçbir zaman bu toplumu ve halkı kabul etmemiş, her zaman ikinci sınıf bir maraba muamelesi reva görmüş, onları yoksul bırakmış, biyolojik sınırlarda tutup bilinçlerine kelepçe takarak ezop bir köle haline getirmiştir. Ezop, efendisine ne kadar hizmet etse de sesi kısıldığında kafese konmuş bir bülbül gibi ezgisi sahibine verdiği keyif kadar takdir görecek, keyif vermediğinde ise kanatları kırılacak ve tüyleri yolunup atılacaktır. Asimilasyona uğrayan birey ve toplum bu nedenle kendine olan güvenini yitirmiştir. Güven için lazım olan maddi ve manevi birikimler, tarihsel süreç içerisinde kültürel bütünlüğünü kaybedecektir. Anlam bütünlüğünü bozacak ve öz değer kaybına uğrayacaktır. Yok olma sürecinde kendini biyolojik olarak yaşama ve yaşatma güdüsüyle, fiziki bir üreme dışında kendisine hiçbir alan bırakılmayacaktır. Nietzsche’nin dediği gibi, “üremeden önce bir yaratıcı yarat”ın tersine, üreme üzerine bir çoğalma ile kendisini anlamsız ve değersiz kılma sürecine girecektir. Günümüz dünyasında Afrika’dan tutalım Asya ve Ortadoğu’ya kadar bu gerçeklik birçok toplumun varlığını, biyolojik yaşam sınırlarına çekmiş ve düşünce gücünden kopartmıştır. Egemen kültür, sanat ve yaşam tarzı, bir idol halinde biricik hedef haline getirilmiştir. Uygarlığın kendisi de bu özenti ve ülkü üzerine inşa edilmiştir. Asimilasyon sürecinde birey ve toplum, uygarlaşma adına önce analitik aklın en lanetli ürünü olan devlet ve iktidara kul olur, ardından benzeşme ve erime sürecinde gönüllü bir köleye dönüşür. Asimile edilen toplum ve birey, homojen bir ideoloji ile kendisi olmaktan çıkartılır. Homojenlik aynılık ve teklik içinde güçlü olana boyun eğiş ve özümseme sürecinin son halkası olarak aynı yastığa baş koyuştur. Asimilasyona uğrayan toplum içinde işbirlikçiler üst bir tabaka olarak kırıntılarla oyalanırken, diğer bir kesim ise dejenerasyon politikaları ile lümpenleştirilerek sınıfsız ve kimliksiz bırakılır. Lümpenler, desclaslar kesimi olarak toplumun tortusu olarak görülür. Bu nedenle ucubeleşen, aidiyet duygusunu yitirmiş, tanımsız bırakılmış bir belirsizlik girdabındaki bu kesim en kirli işlerde kullanılır.
Önderlik; “asimilasyon, uygarlıkçı toplumlarda iktidar ve sermaye tekellerinin kölelik statüsü altına aldıkları toplumsal gruplar üzerinde uyguladıkları ve bu grupları kendi ekleri, uzantıları durumuna getirmek için başvurdukları tek taraflı ilişki ve eylemi ifade eder. Yaşayabilmek için eski toplumsal kimliğini bir an önce terk etmek ve kendini efendilerinin kültürüne en iyi şekilde adapte etmek kendisine tek seçenek olarak sunulmuştur. Hakim olan taraf, asimilasyon toplumuna kimliksizliği dayatmak için iki temel silah kullanır. Birincisi; çıplak fiziki zordur, en ufak isyan ve başkaldırısında imha kılıcı başında sallandırılır, ikincisi ise açlık ve işsizlikle karşı karşıya bırakmaktır. Bu iki yöntemi de etkili kullanır” demektedir. Egemen sistem içinde eriyen ve benzeşen toplumlar, ideolojik hâkimiyet altına alınan toplumlardır. Anlamsallık ve yapısallık kendinden kaçış, kendi gerçekliğine ihanet temelinde beyaz ölümü kabul etmek demektir. Beyaz ölüm, karda donan bir insanın yavaş yavaş uyuşması, el ve ayaklarını hissetmemesi ve bir süre sonra kendini uykuya bırakması gibidir. Beyaz ölüm, narkozlu bir hastanın uyuşukluğu, kapalı bir bilinçle uykuya dalması, afyonla zihninin hayal ile gerçek arasında durmasını ifade eder. Afyonlu bir kafa sağlıklı düşünemez, muhakeme yeteneğini kaybeder. Asimilasyon süreci bütün bu yöntemlerin sonucu olarak başarılı olmuştur.
Liberalizm, entegrasyon süreçleri ile asimilasyonu besler ve geliştirir. Entegre olan devlet kurumlarında yer alabilir, yükselebilir ve vatandaşlık hakkını kazanabilir. Dilini, kültürünü ve varlığını unutma pahasına yeni bir kimlik kazanmak ve bu kimlik üzerinden Avrupalı olma, ama fiziksel görüntüsünden ötürü de hiçbir zaman Avrupalı olamama ikilemi bir ayak bağı olarak durur. Entegrasyon gönüllülüğe dayandırılır. Ancak bu gönüllülük bir dizi zorunluluk sonucu gelişir. Vatandaş olamazsan mülk sahibi olamazsın, seçme ve seçilme hakkını kazanamazsın, kısacası; o toplumun hiçbir ayrıcalığına sahip olamazsın. Bu yasal ayrıcalık, insanları entegrasyona iter. İmkânların, imtiyazların ve statünün bu entegrasyondan geçtiğini bilir. Bu yüzden birçok aile çocuklarının geleceğini garanti altına almak için bu yarışa dahil olur ve gönüllü benimser. Özünde yaşanan ise zorunlu bir benimseme ve benzeşmedir. Katliama, soykırıma uğrayan halklar açısından soykırımın korkusu özel savaşın hiç unutturmadığı, daha fazla dehşet katarak hatırlatmak istediği, eğer yaşanmak isteniyorsa kendinden vazgeçilmesi gerektiği dayatmasıyla asimilasyonun bir çare olarak sunumunu beraberinde getirmektedir. ‘Ölmek istemiyorsan kim olduğunu unut’ dayatması hem dayatılan asimilasyon hem de oto asimilasyon açısından temel dayanaktır. Örneğin Dersim katliamını görmüş yaşlılarımız bu katliamdan söz etmezler, çocukların bilmemesi için gerçeği çocuklarını koruma adına gizli tutarlar ve Atatürkçülüğü öne çıkarırlar. Mezhebin öne çıkarılarak ulusal kimliğin görmezden gelinmesi özel savaşın politikalarına gelmiş ve kendini koruma refleksiyle kendinden vazgeçmiş bir duruşu ifadelendirir. En güzel, en birinci, en nitelikli, en gelişkin gibi enlerin tümü üstün kültür olarak tanımlanana mal edilir. Örneğin, Kürtler olarak tarihsel gelişimde tüm saldırılara karşı kendi kimliksel dokumuzu koruma amacıyla sert direndik ama özellikle son yüzyılda tüm tarihin toplamı kadar bir asimilasyona uğratıldık. Önderliğimizin öncülüğünde gelişen özgürlük mücadelesi kimliksel niteliklerin hem görünür hem örgütlenir bir gelişim sağlamasına yol açtı. Bu gerçeğe rağmen kapitalist modernitenin etkileri, Türk, Arap, Fars modernitesinden etkilenme ciddi bir sorundur. Amed Türkçe konuşuyorsa, Van’da büyüyen çocuklar zafer işareti yapmayı küçük yaşta öğrenmesine rağmen parmaklarını havaya kaldırırken dili Türkçe konuşuyorsa bu, oto asimilasyonun en vahim örneğidir. Özgürlük mücadelesine katılmış bir militan açısından Türkçe ya da Arapça’ya hakim olmamakla birlikte kendi diliyle konuşmaktansa ifadede diğer dilleri konuşması eylemiyle çelişik bir durumu ifadelendirmektedir. Sorun tersinden milliyetçilik değil ama kendi kültürel değerleriyle yaşama gücünü göstermektir. Yani dilin geri ve aşağılık değilse onunla bütünleşirsin, içsel duygular kişiyi kendi dilini kullanırken eziyorsa o zaman bir kimlik parçalanması, başkalaşması yaşıyorsun demektir. İşte buna yol açan asimilasyondur. Asimilasyon bu anlamda etkin bir özel savaş yöntemidir. Başkalaştırma süreci ikna olunmuş ve içselleştirilmiş kölece değişimin yaşanma biçimidir ve çok tehlikelidir. Liberalizmin iktidar gerçeği, dünyanın her yerinde ‘bana benzersen yaşarsın, kendinden vazgeçersen değerli olursun’ prangasını kadınların, erkeklerin, toplumun beynine, yüreğine takmakta ve özel savaş, bir örümcek ağı gibi en karşısında savaştığını düşündüğün gerçeğe teslimiyeti böylelikle sağlamaktadır.
Ş. Zeynep Kınacı Özgür Kadın Akademisi
Ş. Medya Mawa Devresi