Ataerkil zihniyetin etkili olduğu ve kurumsallaşmasını derinleştirdiği dönemlerden biri olan Orta Çağ’da da kadınlar ikinci sınıf muamelesi görmeye devam etmektedir. Din ile felsefenin iç içe olduğu dönemdir. Yani felsefenin dinin hizmetine girdiği dönemdir. Dinde kadın erkeğin kaburgasından yaratılmıştır. Kadını köleleştiren cansız evren anlayışını geliştiren bu zihniyet ve düşünce yaşamın her alanına nasıl yansımıştır? Özellikle kadının zekasının gelişmediği bu açıdan hiçbir şey hakkında düşünce üretemeyeceği ve birine muhtaç (yani erkeğe muhtaç) bir şekilde yaşamını sürdürebileceği fikri gelişkindir. Böyle bir bakış açısının etkili olmasında dininde rolü büyüktür. Bu zihniyet ve bakış açısı kadınların yaşamın her alanına girmesine engel olur. Özellikle kadınların felsefe yapamayacaklarının algısı güçlü oluşturulur. Bütün yaratılan engellere rağmen direngen ve bilgelik damarlarını kendinde taşıyan kadınlar mücadelelerini her koşul altında sürdürerek yılmadan devam ettiler. İşkenceyi, diri diri yakılmayı göze aldılar. Orta çağ döneminde daha çok mistik felsefe ile ilgilendiler. Günümüze kadar isimleri bir şekilde ulaşan Ortadoğulu ve Avrupalı filozof kadınların yaşamlarına bakalım.
Rabia Adeviyye (714-801) yılları arasında yaşamıştır. Basra’da doğduğu belirtilir. Çocukluğundan beri farklı özelliklere ve yeteneklere sahip olduğu söylenmektedir. Özellikle fiziksel güzelliğinden dolayı birçok erkeğin zorlamalarına rağmen hiç evlenmemiş ve kendisini tüm varlığıyla tanrıya adamıştır. İlk dönem sufi şairlerinden biridir. İlahi aşk öğretisi kendisinden sonraki sufileri de önemli ölçüde etkilediği görülmektedir.
Tasavvufun oluşum döneminde yaşayan Rabia, ilk kadın mutasavvıf olarak tanımlanır. İslam’ı özgün yorumlayarak buna göre bir pratiğin sahibi olur. Onun özgün yorumlama biçimini cennet ve cehenneme dair yaklaşımında görebiliriz.
Tasavvufçuların ve diğer İslam düşünürlerinin en büyük korkularının cehennem, en büyük özlemlerinin cennet olmasının ve bu yaklaşımın halkta da daha üst düzeyde yaşanmasını çok tehlikeli bulur. Cehennemden kurtularak cennete ulaşma amacının insanı korku ve endişenin yönlendirdiği bir ruhsal yaşama götüreceğini belirtir. Cehennem ve cennete böyle bir rol biçmenin tanrı ile mutasavvıf arasındaki iki engel olduğunu tespit eder. Bir gün Rabia bir elinde yanan meşale diğer elinde su dolu kova ile yürür. Ne yapacağını soranlara, cenneti ateşe vereceğini, cehennemin de ateşini söndüreceğini söyler. Bunu gerçekleştirirse kimin tanrı için ibadet ettiğini, çıkarlara dayanmadan sadece aşk duygusuyla dolu olduğunun açığa çıkacağını belirtir.
Wallada Bînt El Mûstekfî (1003-1071) yılları arasında yaşamış ünlü bir felsefeci ve şairdir. Endülüs’lü Walada, Halife Muhammed’ın kızıdır. Walada daha çok dönemin ünlü şairi İbn Zaydun ile yaşadığı aşkla tanınır. Aralarında büyük bir aşk olduğu rivayet edilir. Ancak bir felsefeci ve şair olarak yaşamına, eserlerine ve yaşama etki düzeyine dair bir bilgi ve belgeye rastlanmamıştır. Bu yaklaşım egemen erkek zihniyetin kadını felsefe dünyasında yok saymasıyla alakalıdır.
Sadece isimleri günümüze kadar gelip de emekleri ve yetenekleri görülmeyen Nişaburlu Fatma, Mekkeli Gülbahar, Ümmül fukara, Ümmü Muhammed Geylani, Hafsa binti Sîrîn¸ Fatma binti Abbas, Evhâdüddin Kirmânî’nin kızları, önde gelen sufi filozoflardır.
Diğer bir taraftan da kendi bakış açılarında kadına değer veren ve emeğini görünür kılınmasını sağlayan Sühreverdi, İbni Arabi, Mevlana ve Bedreddin gibi bilinen tasavvufçuların hakkını teslim etmek gerekir. Bunların ortak özelliği her birinin bir kadın sufiden etkilenerek ya da kadın sufi yorumlarını esas alarak tasavvuf anlayış ve yaşamlarını tayin ettiklerini kendileri dile getirerek kadını görünür kılmaya çalışmışlardır.
Kordovalı Fatima (MS 1100- ?) İslam filozofu Muhyiddin Arabi‘nin hocası ve onu yetiştiren kişidir. İspanya’nın Kordova bölgesinde yaşadı. Arabi, kendisi için içinde ölünceye kadar yaşayacağı bir kulübe inşa etmiştir. Onun kendisine ‘Ben senin manevi annen ve dünyevi annenin nuruyum’ dediğini belirtir.
İbn Arabi onu şu ifadelerle anlatır; “Tanrı’nın Kordova’lı Fatime bint Ibn el-Musenna adında sevgili kullarından biri ve bir arife mürit olarak hizmet ettim. Doksan beş yaşından fazlaydı ve ben de kendisine bir süre hizmet ettim…”
Arabi’nin bir sorusuna Kordovalı Fatima şu şekilde karşılık vermiştir; ‘Bana dönen ve beni evliyaları arasına katan, beni kendi amaçları için kullanan rabbimden hoşnutum. İnsanlar arasından seçtiği ben kimim ki? O, beni sakınır zira ne zaman akılsızlık edip Ondan başka bir şeyle ilgilenmeye kalkışırsam bana bazı sıkıntılar gönderir.’ İbn Arabi üzerinde Kordovalı Fatıma’nın fikirleri etkindir. İbn Arabi’nin “Kadın tanrı suretinden yaratılmıştır” sözü kadına verdiği değeri ifade eder. Evliyalık mertebesi genelde erkeğe verildiğinden , Fatimaya verilmiş olması onun kendi döneminde ne kadar etkili olduğunu göstermektedir.
Bingenli Hildegard: 1098’de Almanya’da doğdu. Mistik felsefenin kurucusu ve (hala tartışmaya açık olsa da) tarihteki ilk feministlerden biri olarak kabul edilir. Kurduğu manastır, erkeklerin kontrolünden kurtularak bağımsızlık kazanmıştı. Bu Ortaçağ’a göre devrim niteliğinde bir hareketti.
Tanrı ve kozmos arasında görkemli bir bağ olduğunu düşünür. Hatta “İlahi Eserler” adlı kitabında insanın kozmos ile benzer özellikler taşıdığını söyler. “İnsan, evrenin bir parçasıdır” görüşünü desteklemiştir. Ayrıca beden ve ruhun birbirinden ayrı olmadığını belirtir. Bütün bunlar, 12. yüzyıla göre önemli ve çığır açan düşüncelerdir.
Mechthild von Magdeburg (1210-1294): Mechthild 1210 yılında soylu ve varlıklı bir ailenin kızı olarak Magdeburg Piskoposluğu sınırları içinde doğdu. Yazılarındaki yazınsal nitelik, onun geniş dünyevi bir eğitim görmüş olduğunu gösteriyor. Yirmi yaşına geldiğinde, Begine olarak bir hayat sürmeye karar verir. Bu topluluk içinde, onları yeterli bulmasa da kendisini çok eksik gördüğü teolojik alanda bilgilenmek ve bilinçlenmek istiyordu. Kendisini daima bilgisiz olarak niteliyor, tarikattaki kadınların sıkı dinsel eğitiminin eksikliğini duyuyordu. Helfta Manastırı’nda beraber olduğu ve kendisinden ders almak isteyen rahibelere şöyle diyordu: “Benim sizi bilgilendirmemi istiyorsunuz. Halbuki ben kendim bilgisizim. Benden öğrenmek istediklerinizin binlerce katını kitaplarınızda bula-caksınız.” Kitap okumanın ne kadar önemli olduğunu belirtir. Yaklaşık 40 yıl boyunca, akrabaları ile birlikte olduğu kısa süreler dışında, Magdeburg Begine’sinde, çok geriye çekilmiş bir hayat yaşadı. Daha tamamlanmamış kitabının yayımlanması ve hemen büyük ilgi uyandırması ile durum değişti. Yazar burada sadece kilisenin o zamanki kötü durumunu ağır şekilde eleştirmekle kalmıyor, şatolardaki soylu kadınlara da yöneliyor, onları ağır eleştiriler sözlerle, süs düşkünlüğü, kendini beğenmişlik ve günah dolu bir hayat sürmekle suçluyordu. Çok cesur olan eleştirileri ile birçok düşman kazandı. Bundan başka, tanrı ile bağlar kurması, vizyonları açıkladığında alay konusu oldu. Ama bu tepkilerden o sarsılmadı, çünkü tanrıya güveni daha güçlüydü. Fakat saldırıların çokluğu onun Magdeburg’u terk etmesine ve hayatının son yıllarını Helfta Manastırı’nda, Zisterzienserli kadınların yanında geçirmesine neden oldu. Mechthild burada 7 kitabını yazarak yapıtını tamamladı ve iki “düşünce yoldaşı” buldu. Sözü edilen başkaldırıların dışında, başlangıçta, onun yazılarının etkisi büyük oldu. Onun bütün yazılarında “Onun özel mistik yaşantısından” kaynaklanan “olağanüstü bir yoğunluk” ve “dil üzerindeki egemenliği” hissedilir. Yazılarında renk olarak, yazılarını saydamlık ve akıl belirler. O, tanrı sevgisi ile düzen kazanmış bir kosmosu betimler. Bu konuda kendinden önceki ünlülerin, Bernhard von Clairvaux ve Hildegard von Bingen geleneği içine girer. Kitabının başlığında, o zaman çok yaygın olan Yeni platonculuğun akan, yayılan tanrısallık imgesi saklıdır. O, şık ya da su imgesi ile betimlenir. Bu şekilde o, Hildegard von Bingen’in “kosmik görü ve Apokalyptik” (dünyanın sonu) düşüncesini sürdürür. Mechthild von Magdeburg çok büyük saygınlık içinde, 1294 yıllarında, Helfta Manastırı’nda yaşamını yitirir.
Marguerite Porete ( 1248-1310) yılları arasında yaşamış Fransız mistik düşünürdür. Marguerite Porete’nin “The Mirror of Simple Souls” (Basit Ruhların Aynası) isimli bir kitabı vardır. Bu kitapta ruhun özgürlüğe ulaşmasını yani kilisenin koyduğu kuralları reddetmeyi betimlemiştir. Kiliseden ve ruhban sınıftan koparak Tanrı ile bireysel bir ilişki kurulması gerektiğini öne sürmüştür. Porete kitapla ilgili fikirlerinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Kendi düşüncelerinden asla taviz vermediğinden dolayı sapkınlık suçlamasıyla yakılarak katledilir. Marguerite Porete, özgürlük felsefesi üzerine düşünceleri ile öne çıkmıştır. Ruhun tamamen özgür olmasını savunmuştur.
Ronahi Malatya
Devam Edecek