
Onlar Ölümü Çoktan Yenmişti
İki görüntü… Kürtlerin, vicdanlı ve ahlaklı insanlığın hafızasından kolay kolay silinemeyecek iki görüntü. Gözünü kapattığın her saniye sana ben buradayım, böyle şehit düşürüldüm diyen biri kadın biri erkek onurlu, yürekli, cesur, direngen gerillaların son saniyeleri. Kaçımız ölümün son anlarına tanık olmuşuzdur. Kaçımızın kucağında kardeşi, ablası, babası can çekişerek son nefesini vermiştir? Kaçımızın tanık olduğu ölüm tam olarak böyle olmuştur? Son anlarında dahi içindeki zehri dışarıya atmanın mücadelesini veren Baz’ın şehadeti ya da sinir sistemi altüst olmuş hareketlerine anlam veremediğin, ne yapacağını bilemediğin, kollarında can vermesini beklediğin Helbest’in şehadeti… İzlerken ne hissettik, hangi duygularımız ağır bastı? Korku mu, neye karşı korku? Ölüme karşı mı korku yoksa bu kadar alçalmış düşmana karşı mı korku? Hepimiz aylardır günlerdir yeterince şahit olmuyor muyuz gerillaların ölümü çoktan yendiğine? Gerillalar defalarca kez gözlerinin önünde can yoldaşlarının nasıl kimyasal silahlarla eridiklerine, şehit düştüklerine şahit olmuşlar. Ona rağmen bir adım geriye düşmeden, daha büyük bir iradeyle ayağa kalkmışlar. Zaten bir gerillayı ölümle korkutacağını düşünmek en büyük korkaklık ve gaflettir bu noktada. Halk olarak binlerce yıldır ölümün sınırında yaşamadık mı? Ya da ölümden beter bir yaşam on yıllarca dayatılmıyor mu evlerimiz, köylerimiz gözümüzün önünde cayır cayır yakılırken mezbahadan farkı olmayan işkence hanelerde elektrik şoklarından geçerken, üzerimize köpekler salınırken, gözümüzün önünde cesetler üst üste atılıp götürülürken ölümden beter duygular yaşamadık mı, buna karşı dimdik ayakta durmadık mı? Peki halk olarak ölümden korkacağımızı düşünmek de büyük bir gaflet değil midir bu noktada?
Peki hangi duyguydu o zaman yaşadığımız, öfke mi? Neye karşı öfke? Düşmanın saldırılarına karşı mı öfke yoksa nasıl buna sebep olduk, bu noktaya kadar sustuk buna mı öfke? Şex Saidlerden, Dersim Tertelesi’nden aldığımız bir tecrübe mirasımız var bizim. En iyi biz biliriz faşist Türk Devleti’nin bizi soykırımdan geçirmek için neler yapacağını. “Hayali Kürdistan burada metfundur” deyip cenazelerimizin üzerini betonlayan, en kıymetlilerimizin; gözbebeklerimizin bedenlerini parçalar halinde torbalayıp kargoyla annelerinin eline veren, daha kanı kurumayan gencecik bedenlerin cayır cayır yakıldığı sokaklarda festival yapma riyakarlığını gösteren katliamcı, işgalci zihniyetten bahsettiğimizi hatırlatmaya gerek var mı? Şimdi böyle bir düşmanın nasıl böyle saldırdığına mı şaşırıyoruz gerçekten? Bu düşmanın ne ilk ve ne de son icraatı olacak. Çünkü o bir DÜŞMAN. Özgür Kürdün aldığı her nefes onun son nefesi oluyor; özgür Kürdün varlığı onun yok olması anlamına geliyor. Faşizmle yoğrulmuş bir düşman bu, kendini yaşatabilmek için ne ilke tanır ne ahlak, ne vicdan! Şimdi oturup bunu nasıl yapabildiğine kafa yormak, buna takılıp durmak bizden daha fazla gidecek canlara sebep olmaktır. Şayet yaşadığımız duygu öfkeyse, bu aşamada en çok kendimize öfke duymalıyız. Evet, bu kadar açık olabilmeli, kendimize dürüst yaklaşabilmeliyiz. Biz sustukça, gerillanın direnişini sadece hayranlıkla izlemekle yetindikçe, ‘gerilla bizim yerimize de savaşıyor’ dedikçe tüm yönelimlerin gerillaya olacağını hesaplamadık. Devrimci Halk Savaşı’nı ‘Gerilla Savaşı’ aşamasında bıraktık. Ve gerillayı yalnız bıraktık. Sadece bu 6 ayda on binlerce kez toprağımızın, içinde bulunan canlarımızın bombalandığını izledik, duyduk ama aslında göremedik, hissedemedik. Sadece bir günlüğüne kendimizi o bombardımanın içinde hayal edemedik. Karanlık tünellerde, susuz, aç, dışarıyla tüm ilişkiler kesilmiş halde, toz bulutunun içinde, her yerden sızan, an be an vücuda temas eden kimyasal gazlara maruz kalarak, her gün onlarca bombardımanın yarattığı basınçla nasıl ayakta durulduğunu, her gün kendini savunmanın yanında düşmanın üstüne nasıl yüründüğünü, bunca nükleer silaha karşı sadece ferdi silahlarla düşmana karşı nasıl büyük bir irade gösterildiğini hayal edemedik. Aylarca karanlık tünellerde devam eden bir savaşı, dışarıyla iletişimin olamadığı bir savaşı hayal edemedik. Biz bu hayatta bir ölümle bile yüzleşmeye cesaret edemezken o gerillalar her gün onlarca eylemde ve onlarca bombardımanda ölümle burun buruna geliyor. Her seferinde yanı başındaki yoldaşıyla vedalaşıyor. Sadece bunu bile düşünmek bu gerillanın nasıl bir inanç, irade ve intikam duygusuyla savaştığını gözlerimizin önüne seriyor. Bu gerillalar bunca ay ne yiyor ne içiyor, temel ihtiyaçlarını nasıl gideriyor? Uyuyabiliyorlar mı mesela? Ya da dışardaki yoldaşlarını özlemiyorlar mı? Düşmanı geri püskürtüp özgürce havayı solumak istemiyorlar mı? Sahi gerillalar gökyüzünü özlemediler mi? Toprağımızın tek bir karışını dahi düşman işgal edemesin diye, aylardır dur durak bilmeden canla başla o tünellerde savaşmanın yiğitliğini gösteriyorlar bizlere. Daha ne zamana kadar savaşın nasıl ilerleyeceğini izleyeceğiz? Evet onlar, bu insani olan temel ihtiyaçların hepsinden feragat etmiş, tüm özlem ve duygularına rağmen kendilerini feda etmiş bir fedailer ordusu. Ama biz, dışardakiler bu savaşın seyrini değiştirecek iradeyi gösterebilirsek bu ağır yükü o gencecik bedenlerin omuzlarından kaldırabiliriz. Bu bir dilek, rica değil bu 17 gerillanın şahsında, binlerce şehidin emridir bize; boynumuzun borcudur. Yarın, bugünümüzün utancını ve acısını yaşamak istemiyorsak, yarınlarımıza kabuslarla uyanmak istemiyorsak bugüne denk bir çizgide yürüyebilmeli her birimiz. Genç, kadın, yaşlı, gerilla annesi, şehit ailesi, hepimiz ama hepimiz bu savaşın bir parçasıysak, direnişin de bir parçası olabilmeliyiz. Bu savaşı bir nesile daha bırakacak şansımız ve zamanımız yok artık bizim. Ya başaracağız ya başaracağız!
Sarya Kerboran