Liberalizm, tüm karşıtlarını içine alıp kendi hizmetinde kullanarak ideolojik hegemonyasını kurmuştur. Bundan dolayı tarihin ve ideolojilerin sonuna gelindiği propagandası yapılmaktadır. Liberalizm, kendi hegemonyasını her duruma göre uyarlayabilen versiyonları olan milliyetçilik, dincilik, pozitif bilimcilik ve cinsiyetçilik yolu ile gerçekleştirmektedir.
Önderliğin belirtiği çerçevede; “Geleneksel dinsel ideolojiye milliyetçilik rolü atfedildi. Liberalizm ahlaki ve politik özelliklerinden boşalttığı geleneksel dinleri hegemonyası altında milliyetleştirdi. Daha doğrusu, milli din haline getirdi. Toplumda kökleri derinlerde yatan dini duygular kolayca milliyetçi renge boyanıp milliyetçilikle aynı, hatta daha fazla kaynaştırıcı rol oynadı. Bazen her iki ideoloji iç içe geçirilerek ulusun etnik-dini temelde inşasına çalışıldı. Özellikle Yahudi ve İslâm ideolojisi milliyetçilikle kolayca özdeşleşti. Diğer dinler de (Hıristiyanlık, Uzakdoğu dinleri, Afrika’da eski dinsel gelenekler) benzer konumu üstlenmede geri kalmadılar. Liberalizm de uygarlığın maddi kültürel mirasını devralan kapitalist uygarlığa manevi kültürel mirası dinsel kanalla taşımış ve entegre etmiş oluyordu. Sürdürülemez boyutlardaki sistem krizlerinin aşılmasında liberalizme eklenen dinsel milliyetçi ideolojilerin rolü göz ardı edilemez.”
Kapitalizm olarak tanımlanan finans kapitalin egemen olduğu burjuva düzeni, gelişmeye başladığı ilk dönemlerde din karşıtı bir yaklaşım sergilemiştir. Laisizm adı altında din ile devlet ilişkilerini birbirinden ayırdığını söylemiş, kilisenin etkinlik alanlarını sınırlamış, mülklerine el koymuştur. Ancak iktidarda tam bir hakimiyet sağladıktan sonra din olmadan sistemi sürdürmenin mümkün olmadığını görmüştür. Toplum, kutsallık yüklenen metafizik kavramların en fazla sistemin yönetimine hazırlayanın din olduğunu, temel kavramlarının da buradan ödünç alındığını görmüştür. Gelişen toplumsal muhalefeti din olmadan etkisiz duruma getirmeyeceğini anlayınca da laisizmi bir kavram olarak kullansa da gizliden gizliye dine de yeniden baş köşeyi vermiş, etkin hale gelmesini sağlamıştır. Denilebilir ki, dinin iktidar organları tarafından en çok kullanıldığı, toplumun en fazla kul haline getirildiği, sistemin yedeği kılındığı, en çok din karşıtı olduğunu söyleyen kapitalist modernist sistem döneminde gerçekleşmiştir.
Liberalizmin diğer bir varyantı olan pozitivizm, Fransızca bir kelime olup olguculuk anlamına gelmektedir. Olgu; gerçekleşmiş, olmuş olaylara denir. İnsan için bilgide önemli olanın yalnızca bu olguları araştırmak olduğunu, çünkü bilgide olumlu ve yapıcı olanın sadece olguları gözlemleyerek betimlemek olduğunu savunan akımdır. Pozitivizm, metafizik ve din kavramları kadar dinsel ve metafizik bir boyut taşımaktadır. Pozitivizm dinsel niteliğini olguculuğundan alır. Özü itibariyle pozitivizm için olgu en temel gerçekliktir. Olgusal olmayan gerçeklik yoktur. Pozitivizm nesneye temel gerçeklik rolü bahşetmektir. Yani nesneyi tapınma konusu yapar. Bu durumdan kaynaklı pozitivizmin kendisi de nesne hakikatçiliği nedeniyle en kaba materyalist din haline gelmiştir. Pozitivizm özden, derinlikten yoksun, yüzeysel, olguları ölçüp biçmekten ötesini görmeyen, çıkarları gereği görmek istemeyen yapıdadır. Pozitivizmi ‘bilimcilik’ kılıfıyla sunmasına rağmen, tarihin en putperest bilim anlayışıdır. Görünüşte laik ve dünyevidir, özde en dinci ve hayalperesttir. Kapitalizmin zihniyet tanımlanmasına damgasını vuran pozitivizm ve liberalizm, eklektik, her kalıba giren, aldatıcı riski yüksek, bir yandan en katı dinsel dogmalardan daha dogmatik, en soyut felsefelerden daha saçma, spekülatif, putçuluğun bile asla düşmediği kadar sığ putçuluk olarak rol oynamıştır. Pozitivizmle bilimi iğdiş edip inanç ve ahlak dünyasına karşı çıkarırken, liberalizmle de toplumun canına okuyan, bireyciliği soykırıma kadar tırmanan ulus-devletçi tanrıya dönüştürmüştür.
Liberalizmin üçüncü varyantı olan milliyetçilik de burjuvazinin kendi toplumu üzerinde egemenlik kurmasını meşrulaştıran bir ideolojidir. Burjuvazi milliyetçilikle kapitalist çağın yeni dinini ortaya çıkarmıştır. Artık din uğruna savaşlar yerine milliyetçi ideolojinin etrafında kanlı savaşlar yürütülmeye başlanmıştır. Tarihin en kanlı savaşlarının Hıristiyan dinine sahip toplumlar arasında yapıldığı görülürse, milliyetçiliğin yeni bir din haline getirildiği rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla yeni bir din olan milliyetçilikle devlet olgusu kutsanmıştır. Burjuvazinin milliyetçi ideolojiyle kutsadığı ulus-devlet halkın ya da ulusun güç olduğu devlet değildir. Aksine devletin merkezileşmesiyle halk üzerindeki otorite daha yaygın ve derin hale getirilmiştir. Devletin toplum üzerindeki hâkimiyetinin en fazla derinleştiği ve sistematik hale geldiği dönem ulus-devlet dönemidir. Artık ulusa ait olduğu söylenen bireyin her şeyine karışılmaktadır. Ekonomik, sosyal ve kültürel araçların kapsamlı kullanılarak bio-iktidarın geliştirildiği dönem böyle başlamıştır. Öyle ki ulus-devlet uygulamaları ve milliyetçilik ideolojisiyle kölelik içsel düzeyde kurumlaşmıştır. Liberalizm milliyetçiliği etkili bir biçimde kullanmıştır. Gerek iç ve dış savaşların meşrulaştırılmasında, gerekse devlet eliyle ulus oluşturmada milliyetçilik liberalizmin gözde müttefikiydi. İlk eklektik halkayı oluşturuyordu. Milli duyguları alevlendirerek en ağır krizleri atlatmada epey deneyim kazandı. Milliyetçilik din seviyesinde kutsal bir ideolojiye büründürüldü. Bu örtü altında sadece krizler kolayca atlatılıp sürdürülmüyor, diğer yandan tekeller en ağır sömürü ve baskı sistemlerini aynı örtüyle gizleyebiliyorlardı.
Cinsiyetçilik kavramı 20. yüzyıl ortalarında daha fazla dile getirilen bir tanım haline gelmiştir. Erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliğini ifade eden bir kavramdır. Ancak feministlere göre kimilerinin erkek egemenliği ya da ataerkil sistem diye de adlandırdıkları fallokrasi, yalnızca bir egemenliği anlatmaz. Bu ayrıca, erkeklerin, kadınların üzerindeki egemenliklerini yeniden kurmak için, ellerindeki tüm kurumsal ve ideolojik olanakları (hukuk, siyaset, iktisat, ahlak, bilim, tıp, moda, kültür, eğitim, kitle iletişim araçları, vb.) tıpkı kapitalizmin kendisini sürdürebilmek amacıyla kullandığı gibi açıktan açığa ya da üstü örtülü biçimde kullanan bir sistemdir. Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki toplumsal cinsiyetçilik salt cinsler arasındaki bir eşitsizliğe vurgu yapmaz. İnsanları cinsine göre toplumda konumlandırmaktan kaynaklı bir eşitsizlik gibi görünse de özünde devlet-toplum ikiliğine kadar götüren egemenlik üreten ikiliklerin kaynağıdır. Kadını egemenliği altına alan, onu iradesizleştiren, mülkleştiren, kendine yabancılaştıran egemen bir sistemdir. Kadını kendisi olmaktan çıkaran, karılaştıran egemenlikçi sistem, karılaştırma işini kadınla sınırlı tutmayarak tüm topluma yayacaktır. Sonuçta ortaya kendine yetmeyen, sorunlarını çözemeyen, iradesizleştirilmiş, güçsüzleştirilmiş, cellâdına aşık edilmiş bu yönüyle de karılaştırılmış bir toplumsal gerçekliği çıkmıştır. Bu açıdan toplumsal cinsiyetçilikle sadece kadın köleleştirilmemekte, onun izdüşümleri biçiminde toplumun tümü de köleleştirilmektedir. Bu nedenle toplumsal cinsiyetçilik cinsler sorununun ötesinde bir duruma kadar varmaktadır. Egemenlikçi sistem tarihin hiçbir döneminde kapitalist modernite dönemi kadar toplumu düşürmede kadını kullanmamıştır. Kadının tarihsel-toplumsal açıdan oynadığı merkezi yapısından yararlanarak onu toplumu düşürmenin en etkili aracı haline getirmiştir. Rahatlıkla denilebilir ki sisteme ekonomik olarak en fazla kazandıran sektör, kadının cinsel meta olarak kullanıldığı sektördür. Hem erkek egemenlikçi zihniyeti cinsel alanda kamçılayan hem de kadını bir meta olarak piyasaya süren sistem kârına kâr katmaktadır. İnsanlıktan düşüren bu denklemi canlı tutmak için, kadını erkeğin beğeni ölçülerine göre ayarlamaya özen gösterir. Yaşananın insanlıktan düşme hali olduğu açıktır. İşin tuhaf ve ürkütücü tarafı yaşanan bu durumun özgürlük ve ilericilik adına yapılmasıdır. Liberalizmin, derin köleliği gizleme ustalığı burada ortaya çıkmaktadır. Geçmişte bir bütün olarak satılan, birine ait olan kadın, kapitalizmle paramparça edilerek satılmakta ve herkesin kullanımına açılmaktadır. Liberalizmin kadın sorununa yaklaşımında kadını, kapitalist modernitenin sınırlarında tutmaya özen gösterir. Sisteminin bekasını sağlamak için de gerektiğinde kimi haklar tanımaktadır. Yaşamı eşitlemeden, özgür kılmadan kanun önünde kadın ile erkeği eşit ilan edebilmekte, yaşamın her alanında kadının kendisini katmasının önündeki engelleri ortadan kaldırmaktadır. Bunun çok yönlü propagandasını yaparak kadına özgürlük getiren bir sistem olarak kendini sunmaktadır. Liberalizmi kapitalist moderniteye yönlendiren bu tutumun çok önemli ölçüde kabul gördüğü ve bu konuda çok ciddi bir özgürlük yanılsamasının yaşandığı bir gerçektir. Yaşamla direkt bağından ve merkezi konumundan dolayı belki de diğer varyantlardan çok daha fazla liberalizmi dolayısıyla kapitalist moderniteyi güçlendiren şeyin toplumsal cinsiyetçilik olduğunu belirtmek yerinde olacaktır.
Şehit Zilan Akademisi