Evet, sonunda Kürdistan Tarihi dersinde Önderliğin Demokratik Ulus adlı savunmasının 5. cildinin 2. bölümünü okumaya başladık bugün. Yaklaşık 20 kişi Türkçe grubunda yer alıyordu. Bu demek oluyor ki Kürtçe ve Türkçe olmak üzere iki grubumuz mevcut haliyle bulunmaktadır. Kürtçe grubunun günü nasıl geçti pek bildiğim söylenemez ama bizimkini biraz yazabileceğim kadar biliyorum.
Önderliğin anlam hazinesi, yüreği ve beyninden beyaz kağıtlara nakış olmuş kitabını satır satır okuyan Delal arkadaşa çoğumuz gözlerimizi dikmiştik. Delal arkadaş akıcı bir şekilde sıralarken cümleleri peşi sıra, bizler de bilinen ve bilinmeyenlerin dehlizlerinde yüzme kararlılığını göstermek niyetiyle daldık daldık. Ve daldıkça her şeyden kopuyor, kendimizi yeniden yaratmanın gerçek masasına yatırıyorduk, birazdan başımıza gelecek dehşetli şeyden habersiz.
Şu gerilla yaşamı evrenin hiçbir yerinde bulunmaz. Ne cesaretiyle, ne korkusuyla, ne anlamıyla, ne kararlılığıyla ve ne de beklenmedikleriyle. Aslında bu ritmik şekilde sıraladığım ne’lerin hepsi “ne de beklenmedikleriyle”nin hatırınaydı. E… Yazıyla biraz, nasıl desem, biraz diğer özellikleriyle bir sonrakini taçlandırmak gerekir düşüncesiyle gerilla yaşamının APO gerçekliğiyle geldiği noktayı Latin Alfabesiyle yazmak istedim, parmaklarımın arasındakiyle.
Beklenmedik ne olabilirdi? Ya da herhangi birimizin kafasının içinde sessiz sakin tahtına kurulmuş pek kıymetli beyni, içine tahtını kurduğu kafasının sahibine hazırlıklı ol komutunu verdi mi? Birazdan yüreğin yerinden fırlamak üzere göğüs kafesini yumruklayacak dedi mi? Hiç sanmıyorum. Çünkü kafamı anavatanı gibi kullanan gri beyin bana herhangi bir şey fısıldamadı ve zaten yüreğimiz desen coşkulu bir şekilde atmakta kulaklarımızın aracılığıyla kendisine ulaşanlar sayesinde. Elbette ana vatanı kafamızın içi olan pek kıymetli beynimizde kulaklarımızın aracılığıyla kendisine ulaşanlarla büyük coşkuyla cevap vermekte; ama bir zahmet şunu fısıldasaydı: “Her an her şey olabilir her tarafını naylonlarla kapladığınız bu yoldaşlar mağarasında.” Ama yok, nerde bizim keyfonun keyfi yerindeyken sol tarafımızı düşünecek.
Rûken Sivas arkadaş, elindeki kitap okuyucunun yardımıyla uykusunu kaçırmaya çalışırken, Delal arkadaş satırların arasına dalarken, Ardıl arkadaş gözlerini açık tutma çabasında iken, Pelşin arkadaş -arkadaş kelimesine şimdilik son veriyorum çok uzamasın- lülelerini, pardon bozulduğunu düşündüğü lülelerini, sağ başparmağıyla düzeltirken gözlemlere devam ediyorum. Lorin, Botan’da acaba hangi ay olacağım diye düşünürken, Rûken Siirt içinden “Her şeyin altında bu Yahudiler var” derken, Avaşin uyku meleklerini kovmaya çalışırken, ben Botan’ı düşlerken bilebilir miydik, tahmin edebilir miydik ya da düşünme zahmetinde bulunabilir miydik güzel başımıza geleceklerini? He ya, başka işimiz yok sanki bunu düşüneceğiz!
Ne yazık ki düşünmedik. Ama bu birazdan hepimizi yakasından tutarak, Rûken Siirt arkadaş ve Lorin arkadaşı neredeyse sandalyenin üzerinden fırlayacak büyük ve dehşetli olaydan kurtaramadı.
Hepimiz çok sessizdik. Çıt çıkmıyordu kimseden. Dışarısı da bizim gibi sessizliğe bürünmüştü. Xinêrê de adeta uyum sağlamak istiyordu bizlere. Kucağına asaletliyiz. Aldığı karı da bunun nişanesiymiş gibiydi. Xinêrê karıyla sessizliğini korurken bizler de her bir kelimeyle hücrelerimize kadar sessizliğimizi koruyorduk. Ve işte ne olduysa tam de böyle bir anda oldu. Salisesi bile neredeyse yıl gibi geldi ‘abartı tabi’ solumun yumruklarını yerken salisenin de hatırı sayılır bir dem olduğunu bir kez daha fark ettim.
Sol elimi yumruk yapıp çenemin altına koymuştum sağ bacağımın desteğiyle. Lorin, iki elini çenesinin altına koymuştu. Rûken Siirt sol elini yanağına sandalye diye hediye etmiş gibi duruyordu. Gözleri ise uzaklarda bir yerde olduğunu gösteriyordu. Ama geri getirilecekti acımasızca. Ve işte olan oldu. Hepimiz aynı anda yukarı baktık. Öyle gelişi güzel bir bakma değildi elbette. Kalbimiz neredeyse burnumuzdan, ağzımızdan çıkacaktı. Lorin ve Rûken Siirt arkadaşlar sandalyelerinin ucundaydı. Sıçrayışları da her şeye rağmen gözlerimizden kaçmamıştı. Dalyan gibi Rûken arkadaş az daha fırlayacaktı ki, “Yılların gerillasıyım, korku da ne!” diyerek sandalyenin ucunda durdu. Lorin arkadaş tiz bir çığlık atmak üzereyken “ez keça Botanê me!” dedi ve sandalyenin ucunda frene basabildi. Tüm bunlar birkaç saniye içinde olup bitti. Ve hep beraber, yurttan sesler korusunu kıskandıracak kadar ahenkli gülüşmeler aldı gitti başına.
Peki, ne olmuştu da bu cesaretli kadınlar böyle sıçramıştı? Yoldaşların tepesinde, bizlerden önce tepeyi mesken eden kedilerimiz var. Ve bu kedilerimiz bizlerle örgütlü yaşamımızı paylaşmak istiyorlardı. Bizler de ekolojik düşündüğümüzden onları örgütsel yaşamımıza kattık ama sessiz olmaları kaydıyla. Fakat bunlar şartımızı bozdu, eğitimin en yoğunlaşmış zamanlarında tepemizde kavgaya tutuştular. Aniden kızgın seslerini üzerimize saldıklarında bunların şakasının olmadığını anladık.
Bizim sevgili evrenin değerli parçalarıyla gel–git’li yani med-cezirli ilişkimiz hep ilginç olacağa benziyor. Değerli parçalarından kastım, bazen sevimli bazen korkunç olabilen hayvanlar oluyor.
Bu kez Rûken arkadaş, bu sevgili ve şirince hayvanlardan birinin gazabına uğradı diyelim mi, bilemiyorum. Önce meseleyi anlatalım. Rûken Sivaş arkadaş, yukarıda nöbet saatini doldururken, diğer bir yandan İran, Türkiye gibi devletlerin sivrisinek ‘keşif uçakları’ seslerinin gelip gelmediğini duymak üzere tüm duyargalarını harekete geçirmişti. Ama yukarıdan yani yıldızların altından herhangi bir ses gelmez kendisine. Tam “oh be, neyse ki keşif meşif yok” diyecekken dört-beş adım ötesi olan kapının önünden “qırç qırç” diye şiddetli sesler duyar. Bunun üzerine salisenin bile kendisiyle yarışacak hızda olamayacağı bir refleksle yerinden fırlar. Sol elindeki qılêşinin mekanizmasını da aynı hızla çeker ve azılı İran-Türkiye askerinin üzerine saldırırcasına kararlı ve cesaretli bir şekilde kapının arkasına varır. Kapı görevini gören battaniyeye dokunmadan birkaç saniye önce “nereye bakayım” der kendi kendine. Tabi kararını hemen verir. Yerinden kalktığı gibi yine aynı hızla kahverengi battaniyeyi kaldırır. Qılêşini sağ eline koyuyor, mekanizmayı çektikten sonra sol eliyle battaniyeyi kaldırıp ilk adımını dışarı attığında kısa saç tellerinin örttüğü kafasını yukarı kaldırır. Sakın keşif uçağını görebilme düşüncesiyle yukarı baktığını düşünmeyin. Onun düşüncesi başka, bambaşka. Şöyleydi: Rûken arkadaş sesleri duyunca aklına içinde yüzlerce hayvan çeşidini barındıran evren ananın kendisine yüzlerce çeşidin içinden ayıyı gönderdiğini düşünüyor. Ve ayının kapının çıkışı olan karşıya bakmak yerine tercihini kapının üstüne yapıyor. Tabi ayı falan görmediği gibi görünürde çakal olmak üzere hiçbir hayvan da göremiyor.
Neyse ki ayı gitmişti yani gitmiş olmalıydı. Eğer öyle olmayıp ayı mağaramızı ziyarete gelmiş olsaydı çıkacaktı. Çünkü Rûken arkadaşın ayı tarafından kaçırılma ihtimali yüksek olacaktı. Malum, bu ilginç familya insan kaçırma özelliğine ‘özellikle de gerilla’ sahiptir.
Esmer Zerdeşt