Adı, soyadı: Meral Mamyak
Kod adı: Zîne Gulistan
Doğum yeri ve tarihi: Susuz-Ardahan, 1977
Şehadet tarihi ve yeri: 27 Mart 1999, Taksim Meydanı-İstanbul
Şehit Zîne (Meral Mamyak) arkadaşın anısına
Yapabildiğim için değil, borçluluğumdan ve tarihsiz kalma korkumdan dolayı yazıyorum. Yoksa ateşle yanmayı yazabilmek ne mümkün, ne de mümkün yanıp ve kavrulmayı yüreğinin en derininden hissederek ateşe atlamayı yazabilmek.
Tarihin karanlık gözlerini düşünüyorum da kim bilir kaç aşık ve kaç kahraman kayıp o gözlerde. İsmi yok, dili yok, yüreği var, tanınmayan, bilinmeyen ve duyulmayan ama hissedilen. Hepsi de Mem û Zîn, Leyla ve Mecnun, Romeo ve Juliet’le yazılmışlardır. Artık her aşığın adı ve yüreği Mem û Zîn olmuştur. Ülkemin ezgisi buruk, düşleri kırık, kaç aşığın ışığa gebe karanlık zamanlarda düştü koynuna. İsmi duyulmayan ve yüzü görülmeyen. Anlatabilmek her yüreği, her ismi, her yüzü ve her gözü. Duvarlarına sığmayan, geceler boyu gündüzlere akan ırmaktı her göz. Şimdi ucundan yüzlerce ırmak göz akar deniz yüreğime. Karşı koymak, inkar etmek ne mümkün. O ırmak ki almış beni en orta yerine salınıp dururum oradan oraya. Bir şey aradığım yok. Var ama adında arıyorum her şeyden önce. Ruhum buluyor beni. Bir göz, içlerinden tek bir gözle konuşabilmek tüm gözlerle.
Düşlerimde ve gerçeklerimde hiç görmediğim, yüreğimi zapteden Zin’in siyahi gözleri konuşur önce benle. Ondan başlıyorum özlemimi, sevgimi anlatmaya. Bütün ırmakları onun gözlerine, bütün denizleri onun yüreğine sığdırarak anlatmak istiyorum. O’nu Zin Gülistan; ülkesinin hasretine haddinden fazla doymuş bir halde, bir parça kirli kent olan İstanbul’da aramaya başlar kendini. Oyun zamanlarından arta kalan zamanlarda da sadece oyun düşü kuran bir çocukken geldi asi Serhat’tan kaypak İstanbul’a. Geleceğine kök salmaya orda başladı, orda başladı yalanları öğrenmeye. Artık daha fazla yalan yüklemeye gücü kalmamışken, gerçeklerin peşinden gitti. Nasıldır, nedendir gerçekliği araması bilemen. Ama bildiğim o gerçeğin kendisi oldu. Koca-kaypak şehir İstanbul’a sığmıyordu artık yüreği. Bir parça mavi gök görmek, uzakta da olsa bir dağ görmek mümkün müydü acaba? Çekebilir miydi bir solukluk kır havasını içine? Kim bilir belki de kendisi olmayan coğrafyada gerçek imkansızlıktır.
Gerçek onun yüreğinde, yüreğiyse ülkesinde
Umutlar belki de mitolojide gömülü kalmışlardı. Ama biliyordu gerçek onun yüreğinde, yüreğiyse ülkesinde. Her şey ancak gerçeğe ulaşmakla mümkün olabilirdi. Nasıl yaşamıştı yüreği şimdiye kadar bu yalanlarla? Nasıl koparmamıştı çığlığını? Bu sorular onun ruhuna acı veriyordu, eziyet ediyordu ona. Ne çok şey yaparsa yapsın yaratmalıydı. Özgürlüğü için daha büyük olmalı, daha çok hissedebilmeliydi. Oysa zaman usul usul kayıyordu kollarından. İzin vermemeliydi kaçıp gitmesine, koşup yakalamalıydı zamanı. Tuhaf! Sanki zaman da, özlediği, ait olduğu mekana yöneliyordu. Sanki bütün zamanlar tükenmezcesine o mekanda kilitleniyordu. Ve zamanın hepsi, tarihin-geleceğin hepsi yüreği büyük o insanlara aitti, onlardan olmalıydı. Onlar gibi güneşi kucaklayıp doğanın koynuna girmeliydi. O ne büyük yücelikler diyarıydı, hasretinden yüreğini ateşe dönüştüren.
Ateş; kaynağını nereden alır, nasıl horlanır? Evet bir ateşti onu saran, yakan. Yanacaksa ve var olacaksa o ateşte olmalıydı. Güneşin orta yerine mesken kurmak gibi bir şey. Güneş nasıl, neyle ifade edilir bilmiyordu. Bildiği tek şey güneşin yakan varlığıydı. Seviyordu onu içine sığdıramayacak kadar. Öyle ise o güneşe sığmalıydı. Koca güneş her şeyi bağrında yakacak kadar kızgın ve Zin tarihine giden yolu, güneşe giden yolu bulmuştu. Kaybedecek tüketecek zamanı yoktu. Bu mekandaki bütün zamanlarını da alıp gitmeliydi, girmeliydi o yola, özgürlüğü, gerçeği, kendisini ve o yolda taşıyordu geleceğini. Geleceği ülkesine ait, ülkesi Zin’e ait. Ve işte yolunun ilk durağı Şerafeddinlerden, Bandozlara, Karaömerlerden, Çavreşe uzanan ülkesinin canım gözü Erzurum. Her şey ama her şey güneş ile yıkanmış ülke kokuyor. O ne büyük ruh yüreğini saran. Kavuştuğu ilk gerçek yetmiyor ona. Yüreği oraya da sığmadı. Ama bu gerçek için ölünerek yaşanır, nereye sığdıracaksın onu?
Tarih! Ne mutlu sana ki Zin’in ateşiyle yazıldın
Yol uzuyor uzadıkça büyüyor. Bu büyüklüğü kapsayacak kadar büyük olmalı, taşmalı kıyılarından bu yolun. Yolun sonu yok, ateşte erimek var. Kimine dehşet saçan, kimine kendisini bulduran ateş olmalıydı. Ve Zin yolunun sonunu buldu. Yolun sonu güneşin öğretisinin ezgisi olmaktı. Daha da çok şey öğretisi olmaktı, özlediği Zilan’ın canım gülüşü, Sema’nın gülen gözü olmalıydı. Emeğin, aşkın, isyanın, ateşin, savaşın, barışın ifadesi başka nasıl olunurdu. Bir yürek başka nasıl aşk uğruna ölümsüzleşirdi. Yolu bulmuşken gayrı dönülmez geriye. Dönüş soysuzluğun kara rengiydi. O, soysuzlukları, karanlıkları öldüren gerçek olmalıydı. Buda yalanın, çirkinliğin belki de en çok olduğu Taksim’de yapılmalıydı. Çirkinliğe en iyi darbe onu beyninden vurmak değil miydi? Her şeyi nasıl en derinden hissedip olması gerekenleri tek tek sıralamıştı, tıpkı bir tanrıça öngörüsü gibi. Ne kadar da doğruydu çizgisi, yolu. Mutluluk buydu: doğru olmak, gerçeğe ulaşmak gücünü göstermek. Ve Taksim! Tarihe kutsal yazılacaksın. Bir Tunceli’nin Cumhuriyet meydanı (Dersimin palavra meydanı) bir de siz tanık oldunuz böylesi soyluluğa. Ve zaman 27 Mart 1999 durağında bir kez daha Zin’le kendisini ateşte yıkadı. Bağrından kızıl renkli, Zin adlı gerçeği çıkardı. Tarih! Ne mutlu sana ki Zin’in ateşiyle yazıldın.
Mücadele arkadaşları
Canda Andok